Bir Doğunun Yankısı: Mozart ve Türk Marşı
Wolfgang Amadeus Mozart’ın Rondo alla Turca olarak bilinen ve halk arasında “Türk Marşı” diye anılan eseri, yalnızca neşeli bir piyano parçası değildir; aynı zamanda 18. yüzyıl Avrupa’sının Doğu’ya bakışının müzikal bir izdüşümüdür. Bu eser, Batı müziğinin kendi sınırlarını aşma çabasının, merakla karışık bir hayranlığın ve kimi zaman da yanlış anlamaların kristalize olmuş hâlidir. Mozart’ın Türk Marşı’nı bestelemesi, yalnızca bir estetik tercih değil; tarihsel, kültürel ve zihinsel bir kesişme noktasıdır.
Yüzyıl Avrupa’sında Osmanlı İmparatorluğu, hem askerî bir tehdit hem de egzotik bir cazibe merkezi olarak algılanıyordu. Viyana kapılarına dayanmış bir gücün ardından, Osmanlı kültürü Avrupalı zihinlerde korku ile merak arasında salınan bir imgeye dönüşmüştü. Bu imgenin sanata yansıması ise “alla turca” adı verilen bir üslup olarak ortaya çıktı. Türk Marşı, işte bu üslubun en bilinen örneklerinden biridir. Ancak Mozart’ın yaptığı şey, yüzeysel bir taklitten çok daha fazlasıdır: O, Doğu’nun hayal edilmiş ritmini Batı’nın disiplinli formu içinde yeniden kurar.
Eserin ritmik yapısı, özellikle vurguya dayalı tekrarlar ve keskin aksanlar, Avrupa kulaklarının “Türk” olarak algıladığı yeniçeri müziğini çağrıştırır. Ziller, davullar ve tokmaklı çalgılarla özdeşleştirilen bu askerî müzik, piyanoda perdesiz bir coşkuya dönüştürülür. Mozart, piyano gibi aristokrat bir çalgıya, sokağın ve ordunun gürültüsünü taşır. Bu, dönemi için küçük ama anlamlı bir devrimdir: Saray salonlarında çalınan bir enstrüman, bir “öteki”nin sesini dile getirir.
Ancak Türk Marşı’nı yalnızca kültürel egzotizmle açıklamak yetersiz kalır. Mozart’ın dehası, bu yabancı unsuru klasik formun kusursuz dengesiyle kaynaştırmasında yatar. Parça, biçimsel olarak son derece düzenlidir; ölçüler, tekrarlar ve geçişler matematiksel bir berraklık taşır. Doğu’nun ritmik taşkınlığı, Batı’nın akılcı yapısıyla sınırlandırılır. Bu durum, dönemin Avrupa zihniyetini de ele verir: Doğu, çekicidir ama ancak denetlenebilir hâle getirildiğinde kabul edilebilir.
Bu noktada Türk Marşı, sadece bir müzik eseri değil; bir bakış biçiminin belgesidir. Mozart, Osmanlı müziğini olduğu gibi yansıtmaz; onu Avrupa’nın hayal gücünden süzerek yeniden inşa eder. Gerçek bir “Türk” müziği değildir bu; Avrupalının zihnindeki Türk imgesinin ses hâlidir. Yine de bu, küçümseyici bir yaklaşım olmaktan çok, yaratıcı bir dönüştürmedir. Mozart, bilmediği bir kültürü kendi diliyle konuşmaya çalışır ve ortaya evrensel bir çekiciliğe sahip bir eser çıkar.
Eserin zamanla bir çocuk parçası gibi algılanması da ilginçtir. Neşeli ve kolay ezgisi, onu didaktik bir müzik parçasına indirgemiştir. Oysa Türk Marşı, arkasında karmaşık bir tarihsel gerilim taşır: Doğu ile Batı’nın karşılaşması, korku ile hayranlığın iç içe geçmesi, sanatın politik bilinçaltı… Mozart’ın melodileri, bu gerilimi hafif bir tebessümle gizler.
Sonuç olarak Türk Marşı, Mozart’ın yalnızca bestecilik ustalığını değil, çağının ruhunu da açığa çıkarır. Bu eser, müziğin sınırları aşabilen bir dil olduğunu kanıtlar; aynı zamanda bu aşmanın her zaman masum olmadığını da fısıldar.