Köyün en sessiz evi, mezarlığın hemen karşısındaydı. Burada oturan Naciye Teyze’nin boyu pek uzun sayılmazdı. Hafifçe kamburu çıkmıştı artık. Yılların yükü sırtına değil de ruhuna binmiş gibiydi; ama yine de dik durmaya çabalardı. Yıllardır gassallık yapardı. Başörtüsünü her sabah özenle bağlar, çenesinin altından küçük bir iğneyle tuttururdu. Abdestini almış olmanın huzuruyla dualarını eder, evinden ayrılırdı.
Köyün çocukları ondan irkilir, bazıları ise hiç konuşmazdı. Ama o hep alnındaki ince ama derin çizgilerle, kahverengi gözleriyle gülerdi. Ölümün kokusuna, sessizliğine ve dualarına alışmıştı. Kimse bu işi kolaylıkla yapamazdı. Ama o kendini bu işe adamıştı. Sanki bu iş için yaratılmıştı. Mesleğe ilk başladığında elleri titrerdi; sonra o elleri susturmayı öğrendi. Her ölüde bir hayatın hikâyesi vardı ve o artık bu hikâyelerin sessiz tanığıydı. O sıradan bir gassal değildi. Ölülerle göz göze gelir, sanki konuşurdu. Sessizce, saygıyla, büyük bir huzurla…
O gün köyün en zenginlerinden biri olan Raziye Teyze vefat etti. Onun iki evladı vardı: biri, yıllardır annesine küs olan Meryem; diğeri, karısının annesine yaptığı onca zulmü ve işkenceleri görmezden gelen Mert’ti. Bu iki kardeş, mal varlığı yüzünden fikir ayrılığına düşmüş; adeta birbirlerine düşman olmuşlardı. Yıllardır karşılıklı öfke ve kinle doluydular. Annelerinin gasilhane önüne getirildiği sırada kapıda beklerken:
— Annemin yazlığı benim hakkım, onu ben bekarken almıştı, dedi Meryem.
— Sen şehirde yaşarken tarlalar bana düşer, diye karşılık verdi Mert.
İki kardeş ne kuldan utanır, ne Allah’tan korkar olmuş; miras derdine düşmüştü. Bağırmaları sokağı inletiyordu. Köylüler sessizdi…
Annelerinin soğuk bedeni, gassal Naciye Teyze’nin önünde, sanki her şeyi duyar gibiydi. Gözünden süzülen yaşlarla yıkanıyordu bile…
— Hoş geldin, ben seni incitmeyeceğim, dedi Naciye Teyze.
Dünyanın ne kadar da fâni olduğunu bir kez daha derinden hissederek, besmele çekti ve niyet aldı:
— Gufrâneke yâ Rab… Artık senin af ve mağfiretinle baş başa. Sen onu bağışla ey Rahmân olan Allah…
Dualarını okudu, yüzünü, kollarını, ayaklarını yıkarken her seferinde içinden “Hakkını helâl et” diyordu. Evlatlar bilmiyordu…
Abdest aldırırken, dualarını da suya akıttı. Ne kadar teknik bir işlem gibi görünse de, o soğuk odada derin bir maneviyat vardı. Son yıkama suyuna gül suyu ekledi. Saçlarını ördü, usulca iki yana ayırdı ve kamis (gömlek)in içine yerleştirdi. Lifâfe (dış örtü)yi kapatıp başına himârı örttü, göğüs örtüsünü ekledi. Bir çocuğu kundaklar gibi özenle, sevgiyle… Bedenini ezmeden, sıkıca kefeni bağladı. Başını, ayaklarını ve belini ip ile sardı. Ölümün gölgesinde, yaşamın ne kadar kıymetli olduğunu derinden hissederek tabuta yerleştirdi.
Saygıyla son görevini tamamladı. Dışarıya çıktı, Mert ve Meryem’e dönerek:
— Annenizin kefeninde cep yok evlatlar… O hiçbir şeyi götürmedi. Siz de götürmeyeceksiniz! Bu neyin kavgası?
O an, susup başlarını öne eğdiler. Vicdanlarını parçalayan bu cümleyle, usulca mezarlığa yöneldiler. Köy o gün sadece bir cenazeyi değil, bir dersi defnetti..
1 Comment
Bir dersi defnetmek. Harika bir metafor. Yüreğinize sağlık