Bazı yolculuklar vardır, direksiyon çevrilmeden bile hangi duygunun eşlik edeceğini fısıldar insana. O andan itibaren kulağıma kar suyu kaçıvermişçesine çatılıverir kaşlarım. Aynaya bakmasam bile görebilirim o ifadeyi. Dudaklarım mühürlüdür. Dişlerim kenetlenmiş. Kilometrelerce yol kat etsek de ağzımdan tek kelime çıkmaz. Çalan şarkılara eşlik etmeyi reddederim. Sanki sesimle bile öfkeme ihanet edecekmiş gibi susarım. Bütün bedenim patlamak için zamanını bekleyen bombadır âdeta.
Rota bellidir. Her Edirne yolcuğumuzda yaşanan gergin sahnedir bu. Direksiyon başında eşim, yanında ben giderken yol uzar, öfke büyür. Sebebi ise basit gibi görünen ama içimde fırtınalar koparan bir mesele; otomobilimizin gösterdiği hız limiti. Gözümün önünde ekranda kocaman “70” ya da “50” yazar. Oysa navigasyona baktığımda 110 görünür. İkisi arasındaki bu çelişki, yolculuğumuzu zehir eder. Çünkü eşim bana inanmaz. Direksiyonu ağır aksak çevirir, hızını düşürür, haklılığımı görmezden gelir. Benim öfkem, eve bir an önce varma isteğinden doğmaz. Asıl mesele, sözümün dinlenmemesidir. Haklı olduğumda duyulmak, anlaşılmak istemek gibi kendime kızdığım bir huyum var. Doğrunun gölgede bırakılmasına tahammül edemem. İşte bu yüzden yüzüm, mahkeme duvarı gibi asılır. İçimde sürekli yargı dağıtan bir hâkim yaşar; karar kesindir, delil nettir. Ama eşimin direksiyon tutan elleri bu hükme itiraz eder. Üstelik zaman geçtikçe gecikmenin bedelini de trafikte öderiz. Araçlar çoğalır, yollar tıkanır. Ve en çok da o sahne öfkemi büyütür; emniyet şeridini kullananların kurnazca önümüze geçişi… Birkaç araba öne geçmiş, belki hesapta önemsizdir. Ama bana dokunan, onların haksızlığıdır. Adalet terazisi bir kez bozuldu mu, geriye kalan her şey de eğrilir. İçimde biriken öfke, yolun kenarındaki ağaçlar gibi dikilir önümde. Gölgesi büyür, sessizliğim derinleşir. Benim öfkem anlık parlamalarla gelip geçen bir kıvılcıma değil, içimde uzun zamandır yaşayan, köklerini çok derinlere salmış asırlık çınarlara benzer. Yıllar boyunca biriken, adaletsizliklerin, anlaşılmamışlığın, susturulmuşluğun tortusundan beslenip her defasında üstü örtülmeye çalışıldıkça yerin altına çekilip daha sağlam kökler salan bir çınar ağacı… Dışarıdan rüzgârla sallanır gibi görünse de aslında içimdeki gövdesi dimdik, dirençli ve ağır. Yolculuk sırasında yüzeye çıkan da aslında onun yalnızca görünür kısmı. Peki neden bu kadar büyüyor içimde? Neden bir hız tabelası, bir sayısal çelişki, koca bir dağ gibi üzerime çöküyor? Belki de mesele yalnızca yol değil. O rakamların, bana inanılmayan o küçük ayrıntının ardında, çok daha eski bir suskunluk, çok daha derin bir anlaşılmama hâli yatıyor. Dudaklarım sımsıkı kapalı, kelimelerim boğazımda birikmiş taşlar gibi. Bir yanım bağırmak istiyor: “Haklıyım! Doğru olan bu!” Ama diğer yanım biliyor, sesim ne kadar yükselse de, muhatabım eğer inanmıyorsa, kelimeler havada asılı kalacak. Tartışacak, birbirimize karşı en ağır silahlarımızı kullanacak tatsız bir yolculuk geçireceğiz. Ve ben bunu hiç istemiyorum.
Sessizliğim, içimde yankılanan öfkenin en belirgin tezahürü oluyor. Meselenin sadece hız olmadığı gerçeği bir kez daha zihnimi kurcalayınca bu duyguyu ilk ne zaman yaşadığımı bulmak istiyorum. Çocukluğuma iniyorum, ağladığım sahneler gözümün önüne geliyor. Yere düşüp dizim kanadığında gözyaşlarım hiç akmadı. Ya da birisi canımı yaktığında, olmadı canımın yanmaları. Bir bisiklet için ağladığımı hatırlıyorum. Akabinde “hayır” yanıtını aldığım her isteğim için istemsizce gözpınarlarım çağlıyor. Ağlamanın gücünü keşfediyorum. Susmamacasına, kendimi paralarcasına. Ta ki ailem, “Alalım da kurtulalım.” kıvamına gelene kadar. Bugün pedagoglar, “Çocuğun her istediğini yapmayın” dese de, altmışlı yıllarda isteyebileceklerimizin sınırını öğrenseler kahkahalarla güler o yıllara dönmek bile isteyebilirlerdi. Şimdi yaşadığım her sahne, içimdeki yarayı kaşıyor. Sesimin duyulmaması, isteğimin yapılmaması… Şımarık bir çocuk gibi bugüne taşıdığım duygunun bendeki tezahürü, göstergeyi tetikleyici olarak kullanıyor. “Haklıyım, lütfen duy beni.” diyor. Dinlenmediğimde, haklılığım görmezden gelindiğinde öfkem yetişkin bedenin içinde hapsolmuş bir çocuğun gözyaşı gibi sezdirmeden akıyor. İçimdeki çocuk haykırıyor, dışımdaki yetişkin susmak zorunda hissediyor. Öfke bende hem bir isyan hem de bir yara izi. Haklılık arzum, dünyaya kendi içimde aradığım dengeyi dayatmamın yolu. Sonunda şunu fark ediyorum: Bu duygu, yalnızca bir yolculuk hâli değil varoluşumun aynası. Dinlenmeyişimin, önemsenmeyişimin, yok sayılmışlığımın dile gelmiş hâli. Artık her seferinde onu bastırmak yerine duyumsamam gerektiğini anlıyorum şimdi. Öfke, içimde görülmeyen tarafımın sesi olmaktan çıkmalı.
Derin bir soluk alıp arkama yaslanıyorum, görünmeyen tarafımı çözümledikten sonra kaplumbağa hızıyla da gitsek ederi yok bende. Üzerimden tonlarca kaya kalkmışçasına hafif hissediyorum ruhumu ve bedenimi. Çok uzaklardan bir müzik sesi çalınıyor kulağıma. Cem Karaca “Kerkük’ün Zindanı” derken bas gitarın sesi, yerin altından yükselen derin bir uğultu gibi yayılıyor arabanın içine. Elim volüme gidiyor. Dokundukça dokunasım geliyor. Ritim, ilk anda hafifçe titreşip, göğüs kafesime çarpan bir dalga gibi geliyor. Adım adım çoğalıp damarlarımda zaten serseri mayın gibi gezinen kanı darmadağın ediyor. Baslar davulun sert vuruşlarıyla birleşince, sadece kulakta değil, tüm bedenimde titriyor. O ağır, tok tını, Karaca’nın gür sesiyle kaynaşarak coşku dalgası halinde hücrelerimi kuşattığında, elimi yumruk yapıp sert bir şekilde ileri geri sallamaya başlıyorum. Dünyayı yıkabilirim, dağları deler, bastığım her yeri inletebilirim. Arabaya sığamıyorum. İçimde inanılmaz isyan ateşi yanmaya başlıyor, üstelik tam da durulduğumu sanmışken. Zindanın karanlığından çıkıp güneşi görmek ister gibi bir anda zincirlerimi kırasım geliyor. Bunun adı isyan. Ne kadar da çabuk geçiyorum duygudan duyguya. Bu kez fazla düşünmüyorum. İsyan da çocukluğumdan, ani duygu geçişleri de.
Klimanın ayarlarıyla oynayıp, bu duygu geçişini biraz soğuğa alıp, eşime “İlk park alanında bir sade kahve içer miyiz canım?” diyorum. Buz kesen ortamda içinin ısındığını bakışlarından, dudaklarının kenarına tedirgin yerleştirdiği gülümseyişinden anlıyorum.