18.4 C
İstanbul
Perşembe, Eyl 25, 2025
Okuryazarkitaplar
EdebiyatEzoterizmManşetÖykü / Roman

Adımı Kanla Yazdım

Bike S.Demirkız


Dekorasyon konusunda yetenekli olduğu söylenemezdi. Duvarlar çıplaktı, yalnızca sararmış gazete küpürleri asılıydı. Bir zamanlar adı bile geçmemiş başarılarının anıları. Arkasındaki köşeyi ayıran püsküllü solmuş mavi bir perde vardı. Raflar rastgele boyanmıştı; üzerlerinde kitaplar ve… Gözümün fazla odaklanmak istemediği şişeler, kutular, garip objeler. Koleksiyonları yüzünden büyücü diyorlardı ona. Ama halk zaten ona çok daha renkli isimler takmıştı.
En değerli eşyası, ince bileğine gevşekçe takılmış, ağır ve süslü bir altın saatti. Sokakta, bir erkeğin kolundan göz kırpsa, bir yankesicinin günü şenlenirdi. Baktığımı fark etti ve hafifçe gülümseyerek kolunu havaya kaldırdı. “Güzel değil mi? İlk kocamındı bu saat. Ölümünün onuncu yılında, parçalayacağım. Altınını eritip kendime bir kolye yaptıracağım. Bir armağan hak ettim ondan, öyle değil mi?”
Gülüşü rahatsız ediciydi ama korkmadım. Belki fazla meraklıydım. Baş sağlığı diledim hafifçe.
“Ah, o adamın öldüğüne üzülme canım. Yaptığı en hayırlı şey, beni bu hayır işine yönlendirmesi oldu. Eskiden şarkıcıydım ben. Bir assolist. Erkekler akın akın gelirlerdi beni dinlemeye. Çünkü güzeldim o zamanlar. Konserden sonra sarhoş halde yaklaşanlar olurdu. Elbisemi ya da içindekini överlerdi. Öpücük, içki ya da gecemi isterlerdi. Bazen istemezlerdi bile. Kocam olan adam, mesela bana sormadı. Zorla aldı. Parası çoktu, suçu gizleyecek kadar zekiydi. Evlilik, benim tek çıkışımdı.”

Bordo elbisesinin eteğini düzeltti. Gözlerini kaldırdı. İfadesi, anlamakta zorlandığım bir ciddiyet taşıyordu. Bir zamanlar nasıl arzu edildiğini tahmin etmek zor değildi. Tanrı eliyle porselenden oyulmuş gibi bir yüz. Tepesinde taç gibi toplanmış koyu saçlar, metal tokalarla sabitlenmiş. Gözleri… Ev kedisi değil, ormanda aç bırakılmış bir kaplanın gözleriydi sanki. Bir daha o gözlerle bakmaması için içimden dua ettim. Çayımızı aynı anda içtik. Hanım efendilik oyununu sürdürdük. Derin bir nefes aldı.
“Sevdiğini söylerdi. En başta ben de inandım. Belki seviyordu. Belki de en çok, diğer erkeklerin kıskanç bakışlarına karşı beni ‘karım’ diyerek göstermeyi seviyordu. Ama o heyecan geçti. Bir yıl geçti. Hâlâ çocuk yoktu. Ben çirkinleştim. O da çirkinleşti. Bir gece sarhoş döndü eve. Diğer adamların karılarının çoktan evlerini bebek sesleriyle doldurduğunu söyledi. Bebeklerden koyun gibi bahsetti. Sonra, kasabaya beni fahişe diye duyurmakla tehdit etti. Sessiz kalıp uslu olarak onu gece uykusunda boğmalıydım belki. Ama çeneme hâkim olamadım. Ben hayatta olduğum sürece bir çocuğun onun gibi bir babaya sahip olmasına asla izin vermeyeceğimi söyledim. Sonrasını biliyorsun. Yoksa burada olmazdın tatlım.”
Çenesindeki önce fark etmediğim bir yara izini parmağıyla takip etti. Boynunun başlangıcına dek uzanıyordu. Gözümde o izin, boğazının etrafında yıldırım gibi bir halka çizdiğini canlandırdım. Nefesim daraldı.
Refleksle boynuma dokundum. Elbisemin yakası altında, solgun bir morluk vardı. O bilmiyor olmalıydı ama sanki hissediyordu. Saklamaya çalıştım. Başımı hafifçe salladım, ne demek istediğini anladığımı göstermek için.
“Beni öldürmek istedi mi, bilmiyorum. Ama susturmak, yakmak, silmek… Evet, bunları tüm kalbiyle istedi. Komik olansa sözlerimi doğru çıkaran yine o oldu. Ben bile bilmiyordum… Ama hamileydim. Kimse öğrenemedi. Bir mezar taşı yaptım. Altında gömülecek bir şey olmasa da.
Sonra bir ay geçmeden herif hasta düştü. O kadar hızlıydı ki ölümü. Hiç kimse yetişemedi. Talihsiz bir tesadüf. Ya da… Zehir, kim bilir?”
Gözlerinin etrafındaki porselen hafifçe çatladı, gülümsemeye çalışırken. Yanıt veremedim. Aklım, mezar taşının küçük oluşuna takılı kaldı.
“Şimdi tatlım,” dedi hafifçe eğilerek. “Seninkini nasıl istersin?” …
“Seninkini nasıl istersin?” Sorusu havada asılı kaldı bir süre. Yutkunamadım. Şaka mıydı, tehdit mi? Belki bir teklif. Belki de zaten ben çoktan sipariş vermiştim, fark etmeden.
“Ben kimseyi öldürmek istemiyorum,” dedim. Ama sesim, kulaklarımda tanımadığım bir yankıyla döndü. Zayıf, çatlamış, inandırıcı olmayan bir yankıydı bu.
Kadın çayından bir yudum daha aldı. Dudaklarındaki ruj, fincana iz bırakmıştı; kırmızı değil, pas rengi.
“İstemek başka,” dedi. “Hazır olmak başka.”
Cevap veremedim. Belki de kafamdaki o loş bölmeden çıkamadım. Kocamın sesini düşündüm. “Ee! Ne olmuş, başka kadınım varsa. En azından cilve yapmasını biliyor, sonra eve dönüyorum ya” deyişini. Bileğimi sıkan elini. Dişlerini sıkarak fısıldadığı kelimeleri. Sonra özürlerini. Sonra tekrarını.
“İnsan asla yapamam dediğini bile yapabilir,” dedi kadın. “Eğer yeterince canı acımışsa. Eğer artık başka türlüsünü hayal edemiyorsa.” Kalkmak istedim. Ama vücudum yerinden kıpırdamadı. Ya da içimden biri “Bekle” dedi.
“Bak tatlım,” diye devam etti kadın, “Ben artık kimseyi ikna etmiyorum. Yıllar önce, her gelen kadına sebepler sayardım. Şimdi yalnızca gerçeği sunuyorum. Gerçek şu: Eğer bu evin kapısından girdiysen, karar çoktan verilmiştir. Kalbinin bir köşesinde, ne olursa olsun yaşaman gerektiğini biliyorsun. Ama yaşamanın da bir bedeli var. Bedelsiz hayat olmaz. Bazıları evini terk eder. Bazıları adını. Sen hangisini terk etmeye hazırsın?” “Adımı…” diye fısıldadım. Bu fikir içimi ürpertti. Ama ilk kez özgürlük gibi geldi kulağa.
“Güzel başlangıç,” dedi. Gözlerinde anlık bir yumuşama belirdi. Nadir bir ay ışığı gibi.
Sonra ayağa kalktı. Perdeleri bir hamlede araladı. Odadaki loşluk dağıldı. Duvarlarda gölgeler dans etti. Raflardan biri açıldı. İçinden kadife bir kutu çıkardı.
Kutu küçüktü. İçi kumaş kaplı. Ama içindekiler… Tanrım…
Bir çift eldiven. Kan kırmızısı. Deriden. Bilek kısmında altın işlemeler vardı. Üzerlerinde eski bir harf gibi duran, spiral bir sembol.
Ve bir not “Kırmızı dokunduğunda kimse seni hatırlamayacak. Adını bile.”
“Sana bunu vermem için önce bir soru sormalıyım,” dedi kadın.
Başımı eğdim. Cevaba hazırdım. Belki de artık hiçbir cevaptan korkmuyordum.
“Son kez soruyorum: Yaşamak için neyi öldürmeye hazırsın?”

Kırmızı eldivenleri almadım o an. Ama kutuya dokundum.
Soğuktu. Tuhaf biçimde… Yokluk gibiydi. Sanki kutuya değil, bir boşluğa parmak uçlarımla dokunuyordum.
Ama içimde bir şey çoktan kararını vermişti.
Dışarı çıktığımda gece çoktan gökyüzünü teslim almıştı. Arkamdan rüzgâr gibi bir fısıltı geldi.
“Kendine yeni bir isim düşün.”
İsmimle beraber yola çıkmıştım ama şimdi her adımda biraz daha kimliksiz biraz daha çıplak hissediyordum.
Ayakkabılarımın topukları kaldırımla tıkırdıyordu ama ben hiçbir şey duymuyordum. Kafamda sadece o sorunun yankısı vardı “Yaşamak için neyi öldürmeye hazırsın?”
Eve döndüğümde her şey bıraktığım gibiydi. O kadar aynıydı ki midem bulandı. Kapının gıcırdaması, mutfağın dağınıklığı, sehpanın üstündeki boş bira kutuları. Her şey. Sanki ben hiç gitmemişim gibi. Sanki ben hep buradaymışım gibi. Sanki her şey, hep böyleymiş gibi. Ama ben aynı değildim.
Işığı açmadan içeri girdim. Yatak odasının kapısı aralıktı.
İçeriden hafif bir horlama sesi geliyordu. Yatağın kenarına oturdum. Onun nefesini dinledim. Bir zamanlar güven duyduğum, sonra korktuğum, şimdi ise hiçbir şey hissetmediğim o adamın. Bileğime baktım. Onun izleri çoktan silinmişti. Ama zihnimde hâlâ parmak izleri vardı.
Ayağa kalktım. Banyoya gittim. Aynaya baktım. Bir süre öylece durdum. Kendime baktım. Daha doğrusu, kim olduğumu hatırlamaya çalıştım. Sonra o an geldi. İlk kırılma. Kocamın bana bir kez daha ne söylediğini hatırladım.
“Seni kimse almaz. Seni kimse sevmez. Adını bile hatırlamaz kimse.”
Aynanın buğusuna bir kelime yazdım. Adım. Son kez. Sonra sildim. Ellerim titriyordu. Ama bu sefer korkudan değil. Bir çeşit hazırlıktı bu. Bir çeşit… Doğum sancısı.
Dolabı açtım. Kıyafetlerimi çıkardım. En dipte duran eski kutuyu buldum. Okuldan kalma notlarım, fotoğraflarım, yırtık bir defter.
Ve bugünki kadınla tanışmadan çok önce yazdığım bir cümle:
“Bir gün adımı terk edebilirim ama kendimi değil.”
Gülümsedim. Sonra defteri yırttım. Lavaboya attım. Ve yaktım.
O gece sabaha kadar uyumadım. Sabah erkenden eldivenleri giydim. Ve aynaya tekrar baktım. Bu sefer gözlerimde bir başkasını gördüm. Korkmayan. Unutulmaya razı. Ve hatırlanmak için kanı seçmeye hazır birini.
O sabah ilk kez kuş seslerini duymadım. Güneş doğmuştu ama bana ulaşmamıştı. Karanlık, sadece geceye ait değildi artık. Bedenimdeydi. Nefesimde.
Eldivenler tenimdi artık. Kırmızı eller. Hatırlanmayacak eller.
Mutfağa girdim. O oradaydı. Uyanmış. Banyoya girmeden önce çay demlemişti. Ne ironik. Son çayı kendi elleriyle hazırlamıştı. Sıradan bir sabah gibi görünüyordu ama… Bu sabah sıradan değildi.
Ben değişmiştim.
Karşıma geçti. Üzerinde o gri tişört vardı. Eskiden bana yakışmadığını söyleyip kendi giydiği, kirli gri.
“Sabaha kadar neredeydin be kadın?” diye sordu.
Sesi… Eskisi gibi çınlamadı kulağımda. Boğulmuş bir yankı gibiydi ve artık bana hiçbir etkisi yoktu.
“Anan olacak o kadın hâlâ yaşıyor mu?” diye ekledi. Sırıttı. Hâlâ beni ezebileceğini sanıyordu. Ben de gülümsedim. Ama bu gülümsemeyi o bilmiyordu. Bu, yeni yüzümdeki ilk ifade olacaktı.
Yavaşça yaklaştım.
O çayından bir yudum aldı. Eldivenli elimin parıltısı, bardakta yansıdı. Gözleri hafifçe kısıldı. Şaşırdı ama bunu bastırmak istedi.
“Ne o?” dedi. “Fantezi mi?”
İşte o an içimdeki her şey sustu. Tüm geçmiş, tüm korku, tüm tereddüt.
İleri doğru bir adım attım ve eldivenli elimle çay bardağını aldım elinden. Bileğini yakaladım.
Gözleri büyüdü. “Ne yapıyorsun?” dedi. Ama sesinde artık komut yoktu. Sadece… Yalvarma vardı.
“Beni kimse almazdı, değil mi?” dedim. “Adımı kimse hatırlamazdı?”
O ağzını açtı.
Ama kelimeler çıkmadan önce, eldivenli elimle boğazına bastırdım.
Kesmedim. Henüz. Sadece hissettirdim. Ellerimin içinde ne taşıdığımı.
Unutulmanın gücünü. “İşte ben de öyle yapacağım,” dedim. “Seni unutturacağım.”
Ve sonra… İlk kan geldi.
Hızlı değildi. Ama sessizdi.
Bıçağa gerek yoktu. Bir mutfak çatalı. Ve doğru yer.
Gözlerindeki ışık sönerken, adımı fısıldadı. Eski adımı. Ama artık… O kadın değildim. O ad da onunla ölmüştü.
Şimdi sessizlik vardı.
Ve yere düşen ilk damla. Yerdeki karoya çarpan kırmızı bir parmak izi. Hatırlanmayacak bir elin, hatırlanmayacak izi.
Ama ben onu unutmayacaktım. Çünkü bu, sadece bir başlangıçtı. Bu kan, geçmişi temizlemek için değil… Yeni bir hayatı mühürlemek içindi.
Şimdi geriye sadece o yükten kurtulmak kalmıştı.
Ceset, hâlâ sıcaktı. Oysa ben, ilk kez bu kadar soğuktum. Gözleri hâlâ açıktı. İçlerinde şaşkınlık, korku ve küçümseme… Hepsi birbirine karışmıştı. Ama bana değil, kaybettiklerineydi öfkesi. Kontrolüne, hükmüne. En önemlisi beni kaybetmişti: Malını.

Boğazımdan gelen bir sesle irkildim. Ağlamıyordum. Ama bir şey titredi içimde. Sonra sustu. Kesin bir sessizlik. Yeni Ben’in sessizliği.
Yavaşça yere çöktüm. Onun cesedinin yanına ama hâlâ ondan uzak.
Kafamın içinde birkaç senaryo döndü. Kazaymış gibi göstersem? Polisi arasam? Kendimi ihbar etsem?
Hayır. Bu evden çıkan kadın, asla o kadın olmayacaktı. O yüzden bu ceset de bu evden çıkmayacaktı.
Dolaba gittim. Eldiven hâlâ ellerimdeydi. İçime işlemişti sanki. Bir çöp torbası. Kalın olanlardan. Birkaç tane de temizlik bezi. Zemin için çamaşır suyu. Ve kasaptan öğrendiğim bir şey; eklemleri bükmeden taşıma, vücut seni yarı yolda bırakır. Onu banyoya sürükledim.
Fayansları kirletirken içimde tuhaf bir huzur vardı. Bu kan… Kurbanın değil, kurtulanın kanıydı. Suyu açtım. Sıcak. Ama buhar yapmayacak kadar. Sadece izleri silmek için yeteri kadar.
Çantasını buldum. Cüzdanını aldım. Kartlarını yaktım. Telefonunu klozete attım. Üç kez sifonu çektim. Banyoyu temizledim özenle. Kendimden daha çok ona özen gösterdiğim ilk ve son an buydu.
Sonra çöp torbasına sardım. İki kat. Kan sızmazdı. Yara yerini bezle bandajladım.
Geceyi bekledim.
Arka bahçedeki yeni çapaladığım, sebze ektiğimiz toprak alana taşıdım.
Bilen bilir, toprağın hafızası kısa sürelidir. İyi kazılırsa, her şey unutulur.
Sabaha karşı dört. Ay hâlâ tepemdeydi.
Kırmızı ellerimle son bir toprak attım. Üzerine de sebze tohumları serptim. Bu sene mahsul bereketli olacaktı. Ama ne yazık ki ne o ne ben tadına varacağız.
Sonra içeri geri döndüm. Duşa girdim. Eldivenler hâlâ ellerimdeydi. Çıkarmadım. Sabun akıp giderken kırmızının üstünde hiçbir leke kalmadı. Ve ilk kez aynaya baktım. Kadın hâlâ oradaydı. Ama bu kez gözlerindeki ışığı tanıyamadım. O ışık bendim. Hayatta kalanın ilk ışığı.
İlk kanın kutsamasından doğan bir başkasıydım artık.
Sabahı beklemedim.
Valizi çoktan hazırlamıştım ya da fark etmeden yıllardır hazırlıyordum.
İçinde birkaç giysi, biraz nakit, bir defter. Ve büyücü kadının verdiği o not:
“Kırmızı dokunduğunda kimse seni hatırlamayacak. Adını bile” ve kâğıdın arkasında bir adres.
Kıyafetlerimi değiştirdim. Parmaklarım hâlâ eldivenlerin içinde. Çıkarmaya kalkışmadım. Artık onların bir parçasıydım.
Yol kenarında duran eski arabayı çalıştırırken içimde tuhaf bir dinginlik vardı. Ne panik ne pişmanlık, sadece sessizlik. Sanki dünya bana bir süreliğine sırtını dönmüştü de ben o arada başka bir yola sapmıştım.
Kadının verdiği adres yeri, şehir dışında bir dağ yolunun ucundaydı.
Bir levha yoktu. GPS sinyali kesilmişti. Ama içimde bir pusula vardı sanki. Ya da belki kırmızı, bana yolu fısıldıyordu.
Bir ahşap kulübe. Etrafında çam ağaçları, göğe dikilmiş lanetler gibi. Kapının üstünde ne isim vardı ne numara. Ama kapıyı çaldım. Bir kez.
Sonra kapı aralandı. Ve o anda, ilk kez yalnız olmadığımı hissettim.
Kapıyı açan kadının gözlerinde aynı boşluk vardı. Aynı derinlik. Aynı her şeyini geride bırakmışlık.
Hiç konuşmadan içeri aldı beni. Loş, sıcak, sessiz bir yer. Ama sessizliği ürkütücü değil, merhametliydi. İçeride başka kadınlar da vardı. Kimi kitap okuyordu. Kimi örgü örüyordu. Kimi sadece oturuyordu, bakıyordu… Belki geçmişine belki olmayan geleceğine.
Beni selamladılar. Ama adımı sormadılar.
O anda anladım: Burası, isimsizler eviydi.
Her kadının bir adı vardı ama artık o adla anılmıyordu. Kimisi kendine yeni bir isim seçmişti. Kimisi sessizliği tercih etmişti.
Ben düşündüm. İsmim dilimin ucuna geldi… Ve orada bıraktım. Yutmadım. Unutmadım da. Sadece bıraktım.
Kadınlardan biri yanıma yaklaştı. “İlk kanı döktün mü?” diye fısıldadı.
Başımı eğdim. Cevap vermedim. Ama o anlamıştı. Gülümsedi. Avucuma küçük bir anahtar bıraktı. “Artık burası senin de evin,” dedi.
O gece, kulübedeki diğer kadınlar tek tek odalarına çekildiğinde ben hâlâ salonun köşesindeki koltukta oturuyordum. Kırmızı eldivenleri çıkarmadan. Artık ellerim o renkteydi. Sanki deri, benim derim olmuştu. Sanki hiç başka türlü olmamıştı.
Ateşin çıtırtısı arasında, bir sandalye hışırdadı. Kadınlardan biri tekrar yanıma geldi. Uzun boylu, solgun tenli. Gözleri griydi ama canlı değil, sanki eski bir fotoğraftan kesilip buraya yapıştırılmıştı.
“Yarının sabahında gidersin,” dedi.
“Burada kalman gerekmez. Çünkü artık nereye gitmen gerektiğini biliyorsun.”
“Peki bu ev?” dedim. “Siz kimsiniz?”
Bir an durdu. Cevap vermedi. Sonra usulca başını eğdi.
“Elinde kalan tek şeyi, öldürmeyi göze alan kadınlarız,” dedi.
“Bizi birbirimize bağlayan tek şey, başka çaremiz kalmamış olması.”
Ayağa kalktı. Bir adım attı, sonra döndü:
“Ve bunu kabullendikten sonra… artık kimsenin senden alabileceği bir şey kalmaz.”
O gece uyumadım. Tavan çizgilerini izledim. Adımı düşündüm. Seslensem döner miydi, bilmiyorum. Ama artık gerek de yoktu. Beni çağıran başka bir şey vardı.
Hava aydınlandığında kulübeden çıktım. Kimse bana el sallamadı. Kimse arkamdan seslenmedi. Ve bu, en büyük özgürlüktü. Artık hatırlanmayacaktım. Ama ilk kez, ben kendimi hatırlıyordum.
Arabanın aynasında göz göze geldim kendi yansımamla.
Saçlarım dağınıktı. Yanaklarım çizik.
Ama gözlerim… Gözlerim, ilk kez bana aitti.
Motoru çalıştırdım. Rüzgâr kapıyı arkamdan çarptı. Ve kırmızı eldivenler, direksiyonu tuttu.
Adımı unuttum. Ama nasıl yaşanacağını yeniden öğreniyordum…

İlgili Haberler

@okuryazarkitapalar Öykü Yarışması

okuryazarkitaplar

Bazı Çocukluklar

Hüseyin Çağrı Topaloğlu

Sagalassos Antik Kenti

BEYZA GÜL AYTEKİN

Yorum Yap

Kitap, Sinema, Tiyatro, Edebiyat, Tarih, Mitoloji, Müzik, Resim, Gez Gör, Doğa Sporları, Aktüel Bilim, Anadolu, Dünya Mirası, Festival, Fuar, Sergi, Akademi, Yazarlar...