Her şeyin zıddıyla kaim olduğu bir dünyada, güzelin kıymetinin bilinmediği ve fakat çirkinin el üstünde tutulduğu, “insan sarrafıyım” diyenlerin altınla tartmaya değer bulduğu kişilere mukabil, teneke mesabesindekilerin çalım sattığı bir dünyaya, çile çekmekle safa sürmek arasında bir ömür tüketmeye talip olduğunu bilmeden gelen, üç evin ve annesinin güzeller güzeli, biricik kızıydı o. Talihini ailesi yazabilseydi prensesler gibi salınır, sultanlar gibi ağırlanırdı. Taç Mahal’den daha güzelini onun için inşa etmekten kaçınmayacak, dünyanın bütün nimetlerini ayaklarının altına serecek bir yâri olurdu, varlığına bile binlerce kez şükreden. Dedim ya, talihini ailesi yazabilseydi…
Büyüyüp serpildikçe ay gibi parladı Ayla. Adıyla mütenasip oldu yaşantısı. Girdiği her toplumda baş tacı edildi. Çünkü neşesiyle, güler yüzüyle ve herkesle sohbet edecek bir konu bulmadaki ustalığıyla aranılan biriydi. Hayata pembe gözlüklerle bakar, kötü bir olayın içinde bile mutlaka güzel bir şey bulurdu. Pollyanna gibi olmayı hayat felsefesi haline getirmişti. Okurdu, hem de çok. Roman kahramanlarının yerine koyardı kendini çoğunlukla. Onlarla sevinir, heyecanlanır, korkar ve onlar için üzülürdü.
Bir zaman sonra her gelin kızın rüyası Zetina dikiş makinası reklamını çağrıştıran, yakışıklı ve kendinden emin, üstelik hayli zengin olan bir gençle, rüya gibi bir düğünle dünya evine girdi Ayla. Okuduğu romanlardaki karakterlerin bütün hülyalarını, beklentilerini, sevgi ve sevinçlerini, parlak ve neşeli umutlarını, aydınlık yarınlarını da koydu sandığına çeyiziyle beraber. Gittiği yuvada, yuvasında, lazım olanı çıkaracak, ihtiyacı kadarını kullanacaktı hayatı boyunca. Annesinin ilmek ilmek ördüğü dantelleri ne kadar değerliyse, çeyizinin yanında götürdükleri de bir o kadar değerliydi onun için.
Cicim ayları başlamadan bitiverdi. Önce yasaklar geldi. Kocasına sormadan evden çıkması, görüşeceği arkadaşlarını onun onaylaması, hatta onaylamadıklarıyla görüşmemesi anlatıldı Ayla’ya. Anlamakta güçlük çekti önce. Ne demekti bu? Abandone oldu. Sonra her iş üstüne yıkıldı. Haber verecek ama her müşkülü de halledecekti. Gittiği yerler sorun olmuyordu. Çünkü onlar yapılması gereken işlerdendi. Mecburiyet vardı.
Parlak, büyük ve gösterişli ambalajı heyecanla açıp içinden çıkan kıymetsiz, anlamsız hediyeyi görünce hayal kırıklığı yaşayan ve yüzü asılan çocuk gibi yüzü düştü Ayla’nın. Bu kadar kısa süren mutluluğuna mı yoksa kırılan kalbine mi yansındı? Yeni bir hayata beraber başlayacaklarını, zorluklara karşı birlikte baş edeceklerini ve iki kişilik cennetlerinde yeni tomurcukları birlikte güle çevireceklerini düşündüğü kişi, onu beklentileriyle bir başına bırakıp çoktan sırtını dönmüştü. Hayalet gibi dolaştı günlerce. Eşinin tavırlarını anlamaya, kendisine reva görülenleri anlamlandırmaya uğraştı. O anlamaya uğraşırken ilk çocuğu dünyaya gelmek üzere yola çıkmıştı bile.
Bir gün ansızın evden ayrıldı. Başını dinlemeye, hayatını tartıp ölçmeye ihtiyacı vardı. Bir süre tek başına kalırsa etki altında kalmaksızın doğru kararlar alabilirdi, hayatı ve hayatları hakkında. Şırıl şırıl akan derenin kenarına kurulmuş bir butik otele geldiğinde, vakit akşama yaklaşmıştı. Çok yorgundu. Eşi, masaya bıraktığı notu bulurdu bu vakitlerde. Tepkisini canlandırmaya çalıştı gözünde. Telaşlanırdı, bundan emindi. Aynı zamanda çok kızardı, ondan habersiz böyle bir işe kalkıştığı için. Kızsındı. Hiç umursamadı. Ailesini de bilgilendirmemişti. Üzmek istemiyordu onları. Bilseler telaştan ne yapacaklarını şaşırırlardı. En iyisi durumu idare edip bilgi vermemekti.
Yemeğini yiyip erkenden odasına çekildi. Hemen uyuyamayacağını düşünerek eline kitabını aldı. Okuduğu satırlardan hiçbir şey anlamadığını fark etti. Boşuna kolu yorulmasın istedi, kitabı bıraktı elinden. Üzerindeki pikeye sıkı sıkı sarındı.
Eşinin elindeki çiçekleri görünce şaşkınlıkla gözleri açıldı. Onu düğün gününden beri böyle neşeli ve güler yüzlü görmemişti. Nasıl da yakışıklıydı, birbirlerinden gözlerini alamıyorlardı. Çiçeği alırken üzerinde bir not olduğunu fark etti. Notu okudu. Oğlundandı. “Doğum günün kutlu olsun anneciğim! İyi ki benim annemsin, seni çok seviyorum. Bana yaşattığınız güzellikler için sana ve babama çok teşekkür ederim. Oğlun.”
Başını eşine çevirdi. Eşinin elinde bu defa bir sepet dolusu balık vardı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken eşi elinden tutup balkona çıkardı. Kucakladı ve birlikte uçmaya başladılar. Evlerin, vadinin ve derenin üstünden uçup balonlarla ve tüllerle süslenmiş bir kameriyeye geldiler. Oturdukları masanın ve koltukların altından berrak ve buz gibi su akıyordu. Eşinin elindeki balıklar sıcacık pişirilmiş, yeşilliklerle servis tabağında onları bekliyordu. Çok acıktığını o zaman fark etti. Balıkları iştahla yerlerken en sevdiği şarkı onlara eşlik ediyordu: “Dargın ayrılmayalım diye koştum sana dün / Gözlerim vagonları dolaştı üzgün üzgün”
Eşi gözlerinin içine bakıyor, şarkıya eşlik ediyordu. Çok mutlu hissediyordu kendini. Aniden nereden çıktığını anlayamadığı bir kedi geldi yanlarına. Elindeki balığa gözünü dikip tırnaklarını çıkararak saldırmaya hazırlandı. Balık öyle güzeldi ki kaptırmaya kıyamadı. Kediye bardağındaki suyu savurdu birden. Kedi üstüne savrulan sudan hoşlanmadı ve çabucak kaçtı. Bir anda orada yapayalnız kaldığını fark etti. Eşi yok olmuştu. Balığını tek başına yemek hoşuna gitmese de sonuna kadar yedi, bitirdi.
Alâeddin’in Sihirli Lambasındaki cin miydi onu çiçek buketinin yanına getiren, yoksa ışınlanmış mıydı anlayamadı. Çiçeğin üstündeki notu tekrar tekrar okudu. Oğlundan gelen not öyle duygulandırdı ki gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Birden gözlerini açtı, gözlerinin yaşlı olduğunu fark etmek çok şaşırttı onu. Üşümüştü. Camı kapatmadan yattığını anladı. Bundan dolayı oda buz gibiydi. Kalkıp kapatırken sessize aldığı telefonunun yanan ışığında aramayı gördü. Eşiydi. Açmadı. Defalardır aradığını fark etti. On sekiz mesaj vardı WhatsApp’ta. Hepsi eşindendi. Onu çok merak etmiş, bir delilik yapmasınmış sakın, onu seviyormuş, yokluğuna dayanamazmış… Yavaşça komodinin üstüne ters çevirdi telefonu. Uyumayı denedi, uzun süre sağa sola döndü. Gün ışımaya başladığında hâlâ uyanıktı.
Üç gün kaldı orada. Telefonu hiç susmadı, o hiç konuşmadı. Etki altında kalmadan hayatıyla ilgili bir karar vermeliydi. Önünde iki yol vardı. Ya gidecek ve çocuğuyla birlikte yeni bir hayat kuracaktı kendilerine ya da kalacak ve bütün ömrünce mücadele ederek ama çoğunlukla yalnız bırakılacağı bir hayatı yaşayacaktı. Sonra yalnız olmayacağını düşündü. Bir oğlu olacaktı ve onunla hayat bambaşka bir hale evrilecekti. Ailesinden edindiği ilk öğreti, yuvanın kutsal olduğuydu ve yuvayı devam ettirmek için gerekirse fedakârlık edilmeliydi.
Bunu hatırlayınca ağlamaya başladı. Sarsıla sarsıla ağlıyordu. İçindeki bütün kızgınlıkları yıkarcasına, içinin yangınını söndürmek istercesine ağlıyordu. Göz kapakları ağlamaktan kızarmış ve şişmişti. Önündeki mendil yığınına yenileri ekleniyordu ağladıkça. Ara sıra susuyor, sonra kendini tutamayıp tekrar ağlamaya başlıyordu. Bağırarak ağladığını yan odalardan duymasınlar diye yastığa başını gömüp öyle ağladı. Ağlamalar bir süre sonra yerini iç çekmelere bıraktı. Rahatlamıştı. Hayatı boyunca böyle koyuvermemişti kendini.
Banyoda elini yüzünü yıkarken aynada gördüğünün kendisi olduğuna inanamadı. Burnunun yan kısımları silinmekten tahriş olmuş, göz kapakları küçülen gözünün yarısına kadar sarkmıştı. Sakince eşyalarını yerleştirdi bavuluna. Sabah giyeceklerini kanepeye hazırlamıştı. Kahvaltıdan sonra yola çıkar, gündüz gözüyle eve giderdi. Evine. Yalnız olacağını bilerek hayatını inşa edeceği yuvasına. Çocukları o evi “gerçek bir yuva” yapar diye umarak.
Editör-Neşe Kazan
Yazarın Kitabı
