19.5 C
İstanbul
Çarşamba, Eyl 24, 2025
Okuryazarkitaplar
EdebiyatEzoterizmManşetÖykü / Roman

Lanetli Yüzük

Bike S.Demirkız

Her zamanki gibi mezarın başında diz çöktüm.
Taşın üzerindeki yazıları parmaklarımla okşadım.
“Nurlar içinde yat…”
Yalnızca üç kelime.
Yine de binlerce sessiz cümleyle dolu.

Siyah şalımı düzelttim, önce mezarı kendi ellerimle güzelce yıkayıp temizledikten sonra, elimdeki karanfilleri düzgünce beyaz mermerin üzerine bırakıverdim.
Sonra yanına oturup onunla uzun uzun konuştum.
Hayatımı anlattım.
Hatalarımı, başarılarımı, babamın hâlâ gece uykularından sıçrayarak uyandığını, çocukluğumun sesini artık rüyalarımda bile duyamadığımı…
Her şeyi anlattım.
Tam kalkmak üzereydim ki bir şey dikkatimi çekti.
Mezarın hemen yanındaki kuru selvi ağacının dibinde bir yansıma…
Güneşin altında hafifçe parlayan bir şey.
Yaklaştım.
Toprağın yüzeyine yarı gömülmüş, toz kaplı, eski görünümlü bir yüzüktü.
Altından.
Ortası mercan kırmızısı bir taş.
Taşın içinde hareket etmeyen bir kıvılcım var gibiydi.
Sanki içinden bana bakıyordu.
Annemin ben çocukken taktığı, ölümünden sonra da bana yadigâr kalan ancak geçirdiğimiz yangın felaketinde kaybettiğim yüzüğe benziyordu.
Etrafıma baktım. Mezarlıkta benden başka kimse yoktu.
Çok heyecanlanmıştım, hemen eğilip yüzüğü aldım.
Sıcak olmalıydı ama değildi.
Soğuktu.
Ve nedense… Bana aitmiş gibi hissettirdi.
Hızla cebime koydum.
Ve o an… Rüzgâr tamamen kesildi.
Birden her şey sanki nefesini tuttu.

Eve varır varmaz parmağıma takıp denedim tam oturmuştu. Ancak yaşlı babam görüp eski anılarla hüzne kapılmasın diye, yüzüğü özenle bir kutuya koyup kitaplığın rafına koydum.
O gece nedense uyumakta büyük zorluk çektim. Sanki içimde garip bir huzursuzluk vardı. Kedim de tedirgin bir şekilde etrafta dolanıyor ve her zaman uyuduğu köşede yatmıyordu bir türlü.
Ertesi sabah, yüzüğün bıraktığım kitaplığın üzerinde olmadığını fark ettim. Kutu oradaydı kapağı açık ama yüzük içinde değildi. Etrafı araştırdığımda yatağımın altında duruyordu. Kedime kızdım, herhalde rafa zıplamış ve düşürmüştü.
Aldım, tekrar yerine koydum.
Yine de bir huzursuzluk vardı içimde.
Gözle görülmeyen ama tenime değen bir tedirginlik.

O gece…
Gecenin üçü civarı…
Ani bir irkilmeyle uyandım.
Kulağımın dibinde biri nefes alıyordu sanki. Kedim miydi? Etrafa bakındım.
Odada yalnızdım. Kedim de ortalıkta değildi.
Karanlıkta gözlerimi kırpıştırdım.
Yorganımı yüzüme çektim, çocukluktan kalma bir alışkanlık.
Sonra aniden bir fısıltı duydum.
Annemin sesi değildi.
Tanımadığım; erkek mi, kadın mı belli olmayan derinden gelen bir ses:
“ONU BANA GERİ VER…”
O an donakaldım.
Nefes alamadım.
Kalbim göğsümden fırlayacaktı sanki.
Varlığı olmayan biri, ruhumun içine eğilmiş yüzüğü geri istiyordu.

Sabah dışarı zor attım kendimi.
Nereye gittiğimi bilmeden yürüdüm.
Ayaklarım beni şehrin en kalabalık yerine, Kadıköy’e getirdi.

Orada kahve dükkanının önünde bir kadın oturuyordu.
Bir taburenin üzerine serdiği eski kadife örtüde tarot kartları, tespihler ve küçük kristaller vardı.
Yüzü net değildi.
Ama gözleri… Tıpkı yüzükteki taş gibiydi; sabit, kıpırtısız ve bilmiş.
Ona doğru bir çekim hissettim.
Yanına yaklaştım.
“Bakıyor musunuz?” dedim.
Gülümsedi.
Ama gülümsemesi dudaklarında değildi, havadaydı sanki.
Tuhaf bir biçimde kendiliğinden asılı duran bir duygu gibi.

“Bugün senden para almayacağım,” dedi.
“Çünkü zaten bir bedel ödüyorsun.”
Gözlerimi kıstım. Neden bahsediyordu? Nereden biliyordu?

“Yüzük senin değil.
Onu topraktan çekip aldın.
Ama sahibi onu hâlâ arıyor.
Ve o yüzüğü geri alana kadar… Peşini bırakmayacak.”
Bir anda dizlerim titredi.
Güçsüz hissettim.
Korku değil bu.
Onun ötesinde bir şeydi:
Utanç, benim olmayan bir şeyi gizlice almış olmanın suçluluğu.

Kadın başını eğdi, gözlerini kapadı ve yalnızca şunu fısıldadı:
“Toprağın altındaki her şey sessiz kalmaz…
Bazıları seslerini mezarın dışına taşır.”

Eve allak bullak bir halde döndüğümde babam yoktu.
Sadece bir not:
“Ev nefes aldırmıyor.
Dışarı çıktım.
Akşam görüşürüz.”

Evin içindeki hava… Gerçekten de başka bir şeydi artık.
Yüzüğü tekrar elime aldığımda…
Evin tüm ışıkları aynı anda parladı.
Pencereler kendi kendine çarptı.
Ve duvarda… Karalanmış gibi bir iz belirdi; bir göz.

Ve sonra…
Sırtımdan biri tırmalamış gibi hissettim.
Tırnak izleri gerçekti.
Tenimdeydi.
Kanattı.

Diz çöküp ağladım.
Yalvardım.
“Kimsenin hakkı değildi,” dedim. “Ben sadece… Bilmiyordum.”
O anda… Her şey durdu.
Sanki bir ağız susmuştu.
Bir bakış gözlerini kapatmıştı.
O an anladım.
Yüzük, yerini geri istiyordu.

Gece karanlığında mezarlığa yürümek… Tarif edilemez bir korkudur.
Ama bazen insanın içindeki suçluluk, korkudan daha güçlüdür.
Mezarlığın alçak duvarından içeri atladım.
Ay, bulutların arkasına saklanmıştı.
Toprak nemliydi.
Ve o ağacın altına geldiğimde…
Ellerim titreyerek yüzüğü aldığım yere büyük bir özenle bıraktım.

“Affet beni,” dedim.
“Benim değildi. Artık biliyorum.”

Bir rüzgâr esti.
Kuru yapraklar havalandı.
Ve içimde bir boşluk doldu.
Mezarlık, artık beni dışlamıyordu.
Gecenin kokusu artık korkutmuyordu.

Yüzüğün ışığı sönmüştü.
Taşın içindeki kıvılcım… Nihayet dinleniyordu…

İlgili Haberler

Bir Kahve Alır mıydınız?

BEYZA GÜL AYTEKİN

Hz. İbrahim; Tarih, Mitoloji Ve Ezoterik Geleneklerin Kesişim Noktası…

okuryazarkitaplar

Ruhumuzun Tekamülü…

okuryazarkitaplar

Yorum Yap

Kitap, Sinema, Tiyatro, Edebiyat, Tarih, Mitoloji, Müzik, Resim, Gez Gör, Doğa Sporları, Aktüel Bilim, Anadolu, Dünya Mirası, Festival, Fuar, Sergi, Akademi, Yazarlar...