Ümmügülsüm Hasyıldırım
Onur Bey, okyanus kıyısında bulunan orman içerisindeki kulübede yaşıyordu. Kulübenin masa ve sandalyeleriyle duvarlarının odundan yapılması, nostaljik bir hava vermişti. Doğanın ortasında, çimlerin ve çiçeklerin bulunduğu, rengârenk güllerle süslü, küçük bir bahçenin içinde, yalnız bir hayatı tercih etmişti nedense.
Bahçenin diğer ucunda, zeytinlerin altında ki ağılda; oğlak, keçi gibi küçükbaş hayvanlar vardı. Ağılın yanındaki küçük kümesin bir bölümünde ördekler, diğer bölümünde tavuklar geziniyordu. Onur Bey, rutin bir sabahın geleneksel yürüyüşünü yaptıktan sonra, biraz ilerideki söğüt ağaçlarının altında bulunan kovanlara, eline aldığı lokumları koymak ve kahvaltıya bal almak için yaklaştı. Kafasındaki düşünceleri bir türlü atamıyordu. Dalgın dalgın girdi arıların arasına.
Bir yandan da sabah oğluyla yaptığı tartışma beyninde dönüp duruyordu ve öfkesi dinmemişti. Varını yoğunu oğluna harcamış, Londra’da Türkoloji ve Etimoloji eğitimi aldırmış, doktorasını yine Londra’da yaptırmıştı. Hayatı boyunca ona annesinin yokluğunu aratmamak için çalışmış, oğlunu üvey anne eline bırakmamak için evlilik bile yapmamıştı. Ömrünü adadığı oğlu, bugün ona omzunda yükmüş gibi davranıyor, özlemini anlamıyordu. Oysa hayattaki tek varlığıydı.
Eşiyle aşkları dillere destandı. Evlenebilmek için çok badireler atlatmışlar, tüm engellere rağmen evlenmişlerdi. Ancak, aşklarının meyvesi biricik oğullarının doğumunda hayatını kaybeden eşinin; yegâne hatırasını, başkalarına emanet etmemek için yalnızlığı tercih etmişti. Ömrünü adadığı oğlu, bugün onu yok sayıyordu. Doğumu gibi yaşantısı da oldukça sıkıntılı geçen oğluna, öyle ya da böyle en iyi okullarda eğitim aldırmıştı. Bütçesi yetişmediği zamanlar ödemeleri borç almış, kredi çekmiş ama onu öğrenci olarak hayatı boyunca zorda bırakmamıştı. En iyi okullar, en iyi kıyafetler, en iyi ülkeleri seferber etmişti ayağına.
Bu sabah ise oğluna söylemek istediği sözler boğazında kalmıştı. Oysa ne kadar özlediğini, görmek istediğini, son zamanlarda kendisini iyi hissetmediğini, son kez öpüp koklamak istediğini söyleyecekti. Duygu sömürüsü yaptığını, olmadık zamanlarda rahatsız ettiğini, sabırsız davrandığını düşünüyordu oğlu. O üzülmesin diye sağlığıyla ilgili hiçbir şey anlatmamıştı oysa. Tek istediği ölmeden önce bir kez öpüp koklamaktı.
Kafasında bin bir soru, gözlerinde birkaç damla yaşla otlağa doğru yürüdü. Hava bozmuş, kapanmaya başlamıştı. Meteorolojinin verdiği bilgiye göre öğleden sonra lokal yağışlar olabilirdi. Gökyüzü yere iyice yaklaşmıştı sanki. Kara bulutlar yasa durmuş gibiydi. Yüzünü gökyüzüne kaldırdı. Uzun uzun baktı. Ne düşündü bilinmez ama derin bir iç çekti.
Vakit epey ilerlemiş yağmur taneleri tek tük düşmeye, kontrol edemediği gözyaşına karışmaya başlamıştı. Kulakları uğulduyordu. Uzaktan gelen tren sesine umutsuzca baktı. Vücudu aklıyla uyumsuzdu şu an ama o, ümitte direniyor, durumunu kabul etmiyordu. Üzüntüyle gözlerini boşluğa diktiğinde, üşüyen bedeni olduğu yere adeta düğümlenir gibi çöktü. Gönlü oğluyla sulh olamamıştı fakat buğday başağını andıran saçları da gözünün önünden gitmiyordu. Sükûnet içinde olduğu yere bırakıverdi kendini. Billur gibi bakışları, birer buz parçasına dönerken sonsuzluğun mahkûmiyetini kabul etmişti. Oğluna olan özlemi yüreğinde düğüm olarak kalmış, hasreti yüreğini kor ateş olup yakmıştı.
Oğlu Murat ise içinde duyduğu acıya anlam verememiş, toplantıdan çıkınca babasını aramıştı. Ancak cevap alamayınca ilk uçakla yola çıkmış, hayattaki tek varlığı babasının gönlünü almak istemiş ama alamadan yolcu etmek zorunda kalmıştı. Yağmur kokusunun yeryüzünü kapladığı, bulutların güneşe perde olduğu, toprak kokusunun etrafı sardığı o gün, onun yas günü oldu.


