Hayatımızda bazı yazar ve kitapların silinmez izleri ve etkileri vardır. Okuduğumuz bir kitap tüm hayatımıza ışık tutacak, yön verecek, gaye ve ideallerimizi şekillendirecek bir tesir bırakabilir. On beşli yaşlarımda okuduğum Yavuz Bülent BÂKİLER üstadın “ÜSKÜP’TEN KOSOVA’YA” adlı o enfes kitabı da benim üzerimde bu etkiyi bırakan en önemli eserlerden biridir.
Çocukluğumda rahmetli babam, bir aile sohbeti esnasında dedemin dokuz yaşında annesi ve kardeşleriyle beraber Üsküp’ten göç etmek zorunda kalarak Tekirdağ’a geldiğini, ismini taşıdığım büyük dedemin Balkanların o yıllardaki (1912-1913) kaos ortamında köylerine gelen Sırp ya da Bulgar askerlerine karşı direnmesi, diklenmesi sebebiyle bu askerlerce vurularak şehit edildiğini anlatmıştı.
Dedemin dokuz yaşında bir çocuk olarak hatırladığı kadarıyla Üsküp’ün Köprülü ilçesinin Kuruşa- Türkçe ismiyle Armutlu- köyünden geldiklerini anlatmış babamlara. Maalesef ben bir yaşında iken Hakk’ın rahmetine kavuşmuş olan Adem dedemden bizzat bu bilgileri öğrenme, daha da önemlisi çocukluk hatıralarını dinleme ve öğrenme imkanım olmadı.
Babamdan ata diyarımız ile ilgili öğrendiğim bu ilk ve sınırlı bilgiler küçük bir kor gibi dimağımın bir kenarında duruyorken “Üsküp’ten Kosova’ya” kitabı bu koru alevlendirdi. Üsküp’e ve Balkanlara karşı bir sevda, bir iştiyak, bir hasret ateşi yaktı gencecik yüreğimde.
Yavuz Bülent BÂKİLER’in bahse konu kitabında yer alan “ÜSKÜP” şiiri benim o yıllarda -halen de öyledir- en sevdiğim, okumaktan büyük keyif aldığım bir şiir olarak nezdimde müstesna bir yere sahiptir. İşte tüm bu duyguların, kitabın ve şiirin tesiri ile o yıllarda Üsküp’e olan sevgimi, hasretimi dile getirmeye çalıştığım bir Üsküp şiiri de ben karalamaya çalıştım.
ÜSKÜP
Hayallerimi süsleyen güzel şehir,
Dedem memleketi , ecdad yadigârı.
Hasretim seni görmeye,
İstiyorum bir defa dahi olsa, sana gelmeye.
Sen ki, Paşa Yiğit Bey’in açtığı,
Evlad-ı Fâtihanların yattığı,
Şimdi ise hüzünle baktığı,
Bir kutlu Türk diyarısın.
Hep hayal ettim kendimi Fatih Köprüsü’nde,
Türkülerini dinledim kendimden geçercesine.
Tuğralı çeşmelerinde yıkadım yüzümü,
Seninle açtım bu paslanmış gözümü.
Ben burada hasretinle yanıyor,
Senin vuslatını istiyorum Üsküp.
Adın dualarımı süslüyor,
Kalbim seninle daha coşkulu atıyor.
Bir gün gelmek nasip olursa sana,
Yüzümü süreceğim toprağına.
Duygularım sel olup taşacak,
O zaman cümleler halimi anlatamayacak.
Ata diyarı Üsküp sevgisi ve hasreti ile yıllar yılları kovaladı. Kosova’daki Birleşmiş Milletler Barışı Koruma Misyonu bünyesindeki bir görevlendirme dolayısıyla 2004 yılındailk defa yurtdışına çıkmak nasip olmuştu.
Kosova’ya gideceğimiz gün Priştine’ye direkt uçak olmaması nedeniyle Üsküp’e uçacak ve oradan karayoluyla Priştine’ye gidecektik. İlk defa yurtdışına çıkıyordum ve kaderin güzel bir cilvesi olsa gerek bu ilk yurtdışı seyehatimdeki ilk varış noktası Üsküp oluyordu. Sevincimi ve heyecanımı tarif etmek mümkün değildi.
Yıllardır gidip görme hayalleri kurduğum, düşlerimi süsleyen, hakkında bir şey okuduğum veya seyrettiğimde yüreğim kıpır kıpır olan sevdalım Üsküp’e kavuşacaktım. Yaklaşık bir saatlik uçak yolculuğu bile yılların hasretini dindirmek, maşukuna bir an önce kavuşmak isteyen bu Üsküp aşığına neredeyse bir gün gibi gelmişti.
Üsküp havaalanına inip pasaport işlemlerimizi tamamladıktan sonra Priştine’ye gideceğimiz otobüse giderken,
“Bir gün gelmek nasip olursa sana,
Yüzümü süreceğim toprağına.”
dizelerinde de vurguladığım üzere sözümü tutup eğildim ve yüreğimdeki hasret ateşini Üsküp’ün toprağını öperek bir nebze dindirmek istedim.
Otobüsün bir an önce hareket edip hava kararmadan geçiş güzergahıyla sınırlı da olsa Üsküp’ü daha yakından görmek istiyordum ama kafilemizdeki bazı arkadaşlarımızın yaşadığı valiz kayıpları sorunu nedeniyle yaklaşık iki saatlik bir gecikme ile ve maalesef hava karardıktan sonra yola çıkabildik.
Yine de Üsküp’te olmak, Üsküp’ten geçiyor olmak, havasını teneffüs etmek tarifi zor bir mutluluktu benim için. Nasıl olsa artık buradaydım, Kosova Makedonya’ya çok yakındı ve ilk fırsatta kendimi Üsküp’ün buram buram tarih kokan sokaklarına, tarihi çarşısına, köprüsüne, hanlarına bırakacak, hayallerimi bir bir gerçekleştirme imkanına sahip olacaktım.
Nitekim daha sonraları müteaddit defalar Üsküp’e gitmek ve hayallerimi kısmen gerçekleştirmek nasip oldu. Kısmen diyorum çünkü bu topraklardaki en büyük hayalim dedemin doğup büyüdüğü, dokuz yaşına kadar çocukluğunu yaşadığı, adını taşıdığım büyük dedemin kuvvetle muhtemel medfun bulunduğu köyümüzü bulabilmek ve ziyaret edebilmekti. Bu hayalimi de benim için tarihi ve unutulmaz bir gün olan 3 Kasım 2012 günü gerçekleştirmek nasip oldu.
2011 yılı Ekim ayı sonunda Avrupa Birliği Hukukun Üstünlüğü Misyonu kapsamında seçilmiş olduğum bir görev dolayısıyla ikinci kez Kosova’daydım ve burada olmak benim için en kısa tarifiyle huzur demekti, oksijen çadırında nefes almak demekti.
Yarım kalan hedeflerimi, hayallerimi tamamlayabilmek adına bana verilmiş ikinci bir şanstı. Bu doğrultuda köyümüzü bulma ve ziyaret etme hedefiyle ilgili araştırmalarıma, kısıtlı olan mevcut bilgileri teyit etme ve yeni bilgiler edinme adına çalışmalarıma fırsat buldukça devam ettim ve nihayetinde edindiğimiz bilgiler ışığında 3 Kasım 2012 Cumartesi günü sabah erkenden Priştine’den Üsküp’e doğru yola çıktık.
Sadri ağabeyimizle birlikte sabah erkenden Priştine’den hareketle Üsküp’e vardık ve her Üsküp’e gidişimizdeki gibi yine ilk ve değişmez adresimiz olan tarihi çarşıdaydık. Buradaki bir çay ocağında Türk usulü çaylarımızı içerken oradaki hemşehrilerimizle de sohbetimiz esnasında dedemin göç etmek zorunda kaldığı köyü bulmak ve ziyaret etmek amacıyla geldiğimizi belirttik. Sahip olduğumuz mevcut bilgilerimizi de orada teyit ettirdikten sonra yolcu yolunda gerektir diyerek çay ocağındaki tadına doyum olmaz sohbet ve muhabbeti yarıda kesip o hafta sonu memleketi Kalkandelen’de olan ve oradan sırf benim heyecanımı ve mutluluğumu görmek ve paylaşmak isteği ile Üsküp’e gelen Agim kardeşim ile buluşma noktası olarak kararlaştırdığımız tarihi Taş Köprü’ye gittik. Agim’in de gelmesiyle Üsküp’ten Köprülü istikametine doğru yola koyulduk.
Üsküp-Köprülü yolunun yaklaşık 25. kilometresindeki Katlonovo’da otobandan çıkarak Köprülü’ye gidiş istikametine göre sol tarafta kalan asfalt bir yola girdik. Ana yoldan ayrılıp tepelere doğru yol aldıkça arkada kalan Vardar ve eşsiz manzarası heyecanıma daha bir heyecan katıyordu ve ilerledikçe asfalt olan yolumuz önce stabilize daha sonra da toprak yola dönüşmeye başlamıştı.

Geçtiğimiz köylerde Sırpça da bilen Sadri ağabeyin desteğiyle doğru yolda olup olmadığımızı teyit ettirip yolumuza devam ediyorduk. İki yolun bulunduğu bir yol ayrımında Kril alfabesi ile yazılı biri mavi diğeri kahverengi iki tabela vardı, sağ tarafı işaret eden kahverengi tabelanın köyümüz Krusje olduğunu yine Sadri ağabeyin yardımıyla öğrendik ve heyecanla yolumuza devam ettik.
Katlonovo’da otobandan ayrıldıktan sonra yaklaşık 7-8 km.lik bir yolu neredeyse 40-45 dakikada almıştık. Çünkü yolun büyük bir kısmı toprak zemindi, mevsim sonbahardı ve belli ki muhtemelen birkaç gün önce yağan yağmurun etkisiyle yollarda aracımızın geçişini zorlayacak şekilde büyük su birikintileri ve çamur mevcuttu. İyi ki de Agim’in kendi aracıyla gitmemiz teklifini kabul etmişiz, yoksa bu yollardan benim arabayla geçmemiz mümkün olmazmış.
Bu zorlu yolculuk sonrası nihayet köyümüze ulaşmıştık. Köyün girişinde ilk hoş geldin karşılaması çoban köpeklerinin şiddetli havlamaları ile olmuştu. Zaten girişte bizi karşılayan manzara bir tane tamamen yıkılmış harabe bir yapı, biraz daha tepede henüz yıkılmamış taştan yapılmış tipik bir köy evi. İlk izlenim olarak terkedilmiş bir köy görüntüsü vardı ve bu durum ben de biraz burukluğa sebebiyet vermişti. Yol boyunca aklımda özellikle şu iki soru vardı:
Acaba köyümüz tamamen terkedilmiş bir köy müydü yoksa köyde halen yaşayan birileri var mıydı?
Dedemi, ya da ailesini tanıyan veya haklarında bilgi sahibi olan var mıdır?
Nihayet bu sorularımın cevabını az sonra öğrenecektim. Bu düşünceler içerisindeyken köpeklerin havlamalarına müdahale eden kuvvetli bir ses ile kendimize geldik ve de sevindik. Sevindik çünkü duyduğumuz bu ses Türkçe idi ve bir nevi bize “100 yıl sonra doğru adrese geldiniz” der gibiydi. Sesin sahibine selam verdik ve davetine icabet ederek biraz dik bir yamaçtan geçerek mekanına vardık.

Köpeklerin havlamalarına biraz argo bir Türkçe ile de olsa müdahale eden bu kişinin adı Hüseyin idi, kendi tabiriyle Hüska. Bir de kardeşi Remzi. Hüska dayı 72 yaşında, kardeşi Remzi dayı ise 65 yaşındalarmış. Ama görünüşe göre Hüska dayı, kendisinden yedi yaş küçük kardeşinden daha genç ve dinç görünüyordu.
Aslında Kruşa köyünden değil de komşu köyden olduklarını, Köprülü’de bir kamu kurumundan emekli olduktan ve eşlerini kaybettikten sonra buraya gelip koyun ve keçi bakarak hayatlarını idame ettirmeye çalıştıklarını, Köprülü ve Üsküp’te kızları ve oğullarının yaşadıklarını, kendilerini zaman zaman ziyarete geldiklerini o güzelim Rumeli ağzıyla heyecanla ve içtenlikle anlattılar. Tabir yerinde ise ev demeye bin şahit isteyecek derme çatma bir yerde kalıyorlardı ve bu yerin bahçesinde koyun ve keçileri için yaptıkları büyükçe bir ağıl vardı. Köyümüz yeşillikler arasında, tıpkı Tekirdağ’daki Araphacı köyümüz gibi yüksekçe bir mevkiye kurulmuş, insana huzur veren tipik bir Balkan köyü idi. Hüska dayının söylediğine göre köyün etrafında çok sayıda armut ağacı olduğu için Türkçe karşılığı “Armutlu” olan Kuruşa adı verilmiş köye.
Sadece bir tane yeni yapılmış tek katlı beyaz bir ev dikkatimizi çekti ve yine Hüska dayıdan öğrendiğimize göre sahibi Arnavut kökenli bir aileymiş ve yazdan yaza bazı zamanlar gelip kalıyorlarmış. Remzi dayıların evlerinin alt tarafındaki yolun kenarında köyün terkedilmişliğini, ıssızlığını, başka bir söze gerek kalmaksızın en net bir şekilde anlatan tamamen yıkılmış, harabe durumdaki kalıntıların bir zamanlar köyün camii olduğunu öğrendik Hüska ve Remzi kardeşlerden.
Dedemin doğup , dokuz yaşına kadar yaşadığı bu güzel köyde çoktan yüz yıllık düşüncelere, hayallere dalıp gitmiştim bile. Belki bu yıkılmış evlerin arasından, bir ağaç arkasından çocuk haliyle dedem çıkıverecek, bize doğru koşacak, “ Köyümde büyümeme, çocuk olmama, çocukluğumu doya doya yaşamama bile izin vermediler be oğul” diyecekmiş gibi hissettim. Çocukları bile birden olgunlaştıran, yaşlandıran , doğduğu köylerinde büyümelerine, yaşamalarına izin vermeyen savaş ne kötü bir şeydi. Balkan toprakları maalesef savaşın bu kötülüğünü, acımasızlığını zerrelerine kadar hissetmiş, yaşamış bir coğrafya idi. Bir zamanlar farklı din ve ırktan insanların huzur ve barış içinde yaşadığı bu güzel topraklar neden sonra kanla yoğrulur olmuş ve acının bin türlüsünü iliklerine işleyecek kadar yaşamıştır.
Yüz yıldır bu güzelim Balkan coğrafyası ve insanı gerçek anlamda huzura, barışa ve refaha hasret bir şekilde yaşamakta ve ne yazık ki bu hasretin yakın bir gelecekte bitmesi zor görünüyordu benim gördüğüm ve edindiğim tecrübelere göre. Bu acı gerçeği hem vuslatına erdiğim ata diyarı köyümde hem de görev yaptığım Kosova’nın hemen hemen tüm şehir ve köylerinde tüm çıplaklığıyla gördüm. Ben bu düşüncelere dalıp gitmişken Hüska dayının getirdiği kahve ile kendime geldim. Bu zor şartlarda ve imkansızlıklar içerisinde bile Balkan insanının misafirperverliği Remzi ve Hüska kardeşlerin şahıslarında mevcudiyetini gösteriyordu. Danimarka’da doğup büyümüş Agim kardeşim bulunduğumuz ortamın pek hijyenik olmamasından kaynaklı olduğunu düşündüğüm bir çekimserlikle bu kahve ikramına icabet etmemiş olsa da benim için durum tamamen farklıydı. Benim için kırk yıl değil, yüz yıllık hatırı olan, buram buram samimiyet ve hasret kokan bu kahvede hijyen, arayacağım en son şey olurdu hiç şüphesiz. Bu içtiğim kahveden aldığım hazzı dünyanın en lüks kafesinde en kaliteli kahvesini içsem kesinlikle alamazdım.
Kahvelerimizi içerken Agim, Hüska dayıya Arnavutça bilip bilmediğini sordu. Hüska dayının “ Ben Arnavutça bilmem, burası Türk köyü, biz Türkçe konuşuruz” cevabı Mamuşalı Sadri ağabeyimle beni ziyadesiyle mutlu etti ve de gururlandırdı. Bu mutluluğu ve gururu bakışlarımızla ve anlamlı bir tebessümle derhal teyit etmiştik Sadri ağabeyle. Sadece bu cümleyi duymak için bile bu meşakkate katlanmaya değerdi ve değmişti de.
Bizim bildiğimiz kadarıyla dedem Balkan savaşlarından sonra bu güzelim topraklar Osmanlı İmparatorluğu’nun elinden çıkmaya başladığında göç etmek zorunda kalmış annesi ve iki kardeşiyle. Adını taşıdığım büyük dedem burada öldürülmüş Sırp ya da Bulgar askerlerince. Bulunduğumuz yerden köyün yakınlarında bir mezarlık göremedim ama nasılsa Allah ruhlarına ulaştırır inancıyla Adem ve Rakip dedelerimin ruhlarına bir Fatiha okudum.
Balkan savaşları sonrası başlayan göç dalgası 1950’li ve 1960’lı yıllarda da hızla devam etmiş ve Hüska dayının söylediğine göre köylülerimizin büyük çoğunluğu İstanbul ili Bayrampaşa ilçesi Kartaltepe semtine yerleşmişler. 1960’lı yıllardaki bu son göçlerle de Balkanlardaki birçok köyün kaderi olan terkedilmişlik, ata diyarımız Kuruşa’da da kendisini fazlasıyla göstermekteydi.
Hasretler, kavuşmalar, yeniden ayrılıklar bu dünyanın kanunlarından biriydi ve maalesef yüz yıllık hasretin vuslata dönüştüğü; duyguların tarifi imkansız bir hal aldığı bu güzel gün ve bu tadına doyamadığımız sohbetin de bir nihayeti vardı. Geç saate kalmadan dönüş yoluna düşmemiz icabet ediyordu. Hüska ve Remzi kardeşlerden helallik dileyerek ve hem ziyaret hem de peynir almak için tekrar gelmeyi arzu ederek köyümüzden arkaya baka baka ayrıldık.
Geç de olsa nihayetinde arzu ve hedefleriminden ön sıralarda gelen ata diyarı köyümüzü bulmuş, toprağına basmış, havasını ciğerlerime doldurmuştum. İnşallah en kısa zamanda tekrardan gelmek nasip olur dileğiyle, gönlümde bin bir duygu, zihnimde çeşit türlü düşüncelerle önce Üsküp, ardından da Sırbistan sınırlarında yer alan Preşova üzerinden Kosova’ya dönmek üzere yola koyulduk.
Bu ziyaretimizdeki duygularımı, hissiyatımı aşağıdaki şiirimle ölümsüzlüğe taşımak istedim.