Neşe Kazan
Son güneşli günleri kaçırmamak mücadelem vardır her sonbaharda. Yerlerde rüzgarın şiddetine göre sağa sola savrulan sarı yapraklar, gezmekten yorulmuş insanların eve kapanmasıyla ya da hala uyanamamış olmaları hasebiyle tenha mı tenha…
Rotayı çizme işi bende. Toplu taşıma kullanacağız yine trafiğe takılmamak adına. Hafta sonu, biz, karı-koca ve İstanbul… Biz onu terk etsek bile o hep hayatımızda. O mu vefalı, biz mi hayırsızız? “Bu şehir arkandan gelecektir. Sen yine aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda,” derken hiç de haksız değilmiş Yunan şair.
Onca çocuktan sonra yalnız gezmelerin tadını çıkarmak, ertelenmiş baharlar gibi huzur getiriyor; sakin, bize ait, bizce dünyamıza. Ben, hep içimde büyütmediğim çocukla yaşarken, eşimin çocukluğuna da dahil olmak istedim bu kez, içinde kocaman bir adamı yaşatıyor olmasına inatla…
Üsküdar’dan Kuzguncuk’a yürümek istediğimi söylerken biraz yüzüm kızarıyor sanki. 42 yıl önce aynı yolu yürümek istemediği için isyan eden, şımartılmış bir genç kız benimle yan yana… Neleri kaçırmışım… En ince detayına kadar o kıza aldırmadan dinlemeye, öğrenmeye çalışıyorum.
Şimdi yanımda bir de küçük erkek çocuğu yürüyor. Kâh 9 yaşında oluyor, kâh 20… Şimdi geçmişi ondan dinlemeli… Denize paralel yol boyunca dinlediklerim, aslında bir coğrafya dersine haritayla çalışmak gibiydi. Yıllarca anlatmıştı ama hiç bu kadar gerçek algı yaratmamıştı… Kuzguncuk mu çocuk, çocuk mu Kuzguncuk diyecek kıvama da gelmiştik artık…
Derken bir hüzün bulutunun yüzünü kapladığını fark ediyorum. Arkadaşlarım diye anlattığı o çocukların çoğunun dönülmesi imkansız yolculuklara çıktığını söylerken eşim, tepeden boğaz köprüsü tüm ihtişamıyla kışkırtıyor beni… Bunca yıl, bunca fotoğraf… Sanırım hepsi o anki duyguyu yakalayamamaktan, defalarca defalarca çekiliyor… Duygular resmedilemiyor…
“Şurası evden gizlice gelip, denize girdiğim yer” derken, o yaşta bütün çocukların yapmış oldukları doğal bir olgudan bahseder gibi anlatıyor eşim bu serüvenini. “Kuzguncuklu olup da, bunu yapmayan yoktur.” bile diyor bir ara…
Ana caddeden ayrılıp, o küçük erkek çocuğunun evlerine doğru ara yola girerken başlıyor kabus… İstanbul uyanmış… Hem de öyle böyle değil. Zaten dar olan yola arabalar yığılmış. Kaldırımlar işgal altında. İnsanlar, küçük işletmelerle masalar arasından bulabildiği yoldan yürüyebiliyor. Sanırım brunch zamanı…
Her kesimden insan var. Restore edilmiş eski ahşap evlerin önünde poz verip fotoğraf çektirmek gereklilik olmuş sanki. Kimse kapısında yazan “Özel mülktür, fotoğraf çektirmek yasaktır” yazısına aldırmıyor bile. Savaştan kaçan İsrailliler tatildeler… O kadar kalabalık ki, abartmıyorum nefes alamıyoruz. Çocukluktan gerçekliğe sert bir düşüş yaşıyoruz şimdi.
Güzel bir koku gelip vuruyor beni. O da çocukluğumuza dahil. Buram buram kokuyor ortalık… Yol boyu tel çite dayanmışlar demet demet… Huzur veriyor. Ve şair, “Her şey bu kadar çürümüş olabilir mi, ben lavanta kokusu aramaya çıkıyorum” diyor…