7.3 C
İstanbul
Cuma, Ara 26, 2025
Okuryazarkitaplar
EdebiyatManşetÖykü / Roman

Susarsan Unutursun

   “Hiç sustunuz mu?’’ demiştim, sanmam, konuşmayı pek sever sizin cinsiniz. Siz, sözde iyi insanlar, toz kondurmadığınız vicdanlarınız mı yönetiyor zannediyorsunuz benliğinizi? Yalan. Asıl efendi bedeninizdir. Bir gün öyle bir şey yaparsınız ki, yaparsınız ve susarsınız. Efendiniz öyle emir buyurmuştur. Ne fırtına ne kardır vicdanınızı susturan, onun donmasına siz izin verirsiniz. Kendinizi o kadar güçlü görmeyin, bir gün mevsiminden önce düşen kar bedeninize de patronun kim olduğunu gösterir. Gördüm; oradan biliyorum. Ne kadar ileri gidilebilirse gittim, çizgiyi aştım.

   Yazmazsam yarılacağım.

   Çizgiden önce…

   Bütün sıradan insanların, hayal kırıklıkları karşısında yeniden başlamak gibi bir tesellisi vardır, bizim yolculuğumuzun hareket noktası da batıda, yeni ve çok daha iyi hayatlar kurmaktı. Umutlarımızı, heyecanlarımızı, hayallerimizi ve ailelerimizi at arabalarımıza yüklerken gözlerimizde bereketin ve özgürlüğün toprağına özlemi, o anda bile görebilirdiniz. 1846 Mayıs’ıydı. Güneş dağların ardında vaktini bekliyordu, toprak gevşek, tabiat tazecik, geceden kalma çiy taneleri otların ucundan ha düştü ha düşecekti. Biz seksen yedi sıradan insan arkamıza bakmadan yollara düştük. Kafamızın içinde altından bir şehir kurmuş, bu şehrin en güzel yerine bahçeli bir ev kondurmuş, sonu mutlulukla biten bir masal uydurmuştuk. Kadehlerimiz onun şerefine, şarkılarımız, danslarımız ve dualarımız onun içindi. Yeniden doğmak için.

     Bir karar her şeyi değiştirdi, çabuk verilmiş bir karar. “En kısa yol” demişti bir rehber, yeni rotada daha kolay ilerlenebilirdi. Oysa kolaylıklar bedel gerektirirdi, bunu düşünmeliydik. Üstelik seksen yedi kişi ile ilk kez denenecek, haritalarda bile yeri olmayan bilinmezlerle dolu bir kolaylık. Rota değişir değişmez bebeklerin huzursuzlanıp ağlaması, köpeklerin uluması, arabamın tekerleklerinden birinin kırılması ve karımın defalarca söylediği “Robert, içimde kötü bir his var. Bu yola hiç girmemeliydik.” cümlesi beni ikna edememişti. Rehbere öyle güveniyordum ki Tanrı’nın işaretlerini görmezden geldim.

    Utah Çölü’nü geçmemiz gerektiğini, çölle karşılaştığımızda öğrendik. Hayvanlarımızın çoğu burada susuzluktan telef oldu, arabalarımız kuma saplandı, çocuklarımız ve yaşlılarımız hastalandı. 1846 Ekim’inde asıl cehennemde: Sierra Nevada Dağları’ndaydık. Aman Tanrım, sanki oradayım, üşüyorum.

     Ekimde başlayan, aralıksız yağan kar ve şiddetli tipiye esir insancıklar. Gözleri alan bir beyaz yuttu renkleri, duman, ışık, yer ve gök onun emrinde. Sahip olduğumuzu sandığımız her şey metrelerce karın altında, ona teslim. Soğuktan öte açlık, ah çocuklar! Elimizde ne varsa tükendi, bulduğumuz deri parçalarını, ağaç kabuklarını, donmuş hayvan kemiklerini ateş yakabilirsek kaynatıp yiyoruz, çoğunlukla pişiremiyoruz, taşlaşmış, sertleşmiş olduklarından kemiriyoruz o donmuş şeyleri.  Kar sen ne azılı bir düşmanmışsın! Sıcak evimin penceresinden izlediğim romantik kış manzaraları, ne kadar uzak ve gerçek dışısınız. Çocukların ağlamaları fırtınanın uğultusunu bastırıyor, bitap düşüyorlar sonra, fırtına daha çok bağırıyor. Yaşlılar sessizce bekliyor ölümü, kadınlar kendilerini siper ediyor yavrularına. Bir şeyler yapmalıyım. Bağırmak istiyorum, “Yeter!’’demek, haykırmak. Düşmanım fırtınaya, kara, bilmiyorum belki de Tanrı’ya. Rüyalarımda bile meydan okuyorum. Böyle oturup bekleyemeyiz ölümü. Bir gece vakti üç yakın arkadaşımla düşüncelerimi paylaşıyorum. Karar verildi. Güçlü, kuvvetli olanlardan bir ekip kurulacak, yardım getirilecek, bu cehennemden kurtaracağız ailelerimizi, ne olursa olsun aşılacak bu dağlar!

   Şu an düşünüyorum, kalıp sıradan bir insan gibi, onurumuzla ölmeliydik belki de. Kol kola girmiş lanet olası Sierra Nevada, tepeden tepeden bana bakıyor. Yine dikildi karşıma, Tanrı’nın belası.

   Gök yere inmiş olmalı. Gördüğümüz tek şey, bulut, sis, duman. Dağ silsilesi hayaleti görünüp kayboluyor. Ne kadar yakındı yola çıkarken. Daha yanına yaklaşamadık. Kar aralıksız. Tanrım, bu nasıl bir cezadır! Nefesim donuyor havada, ellerimi, ayaklarımı hissetmiyorum. Thomas hasta, fazla dayanamaz, sanırım ilk kaybımızı vereceğiz. Kaç gündür yoldayız, saymayı bıraktım. Belki iki hafta, belki de üç. Yiyecek hiçbir şeyimiz yok, giysilerimiz, botlarımız buz tuttu. Şu dağları aşabilseydik… Mutlaka bir köy, kasaba olmalı diğer tarafta. Tanrı neden yaratsın bu kadar boşluğu? Yoksa dünyanın dibi mi burası?

   Toz kaldıran rüzgâr dağ karaltılarını görmeme engel. Birazdan sis çökecek. Her şey gibi biz de kaybolacağız. Hiçten başka bir şey değiliz burada ve yavaş yavaş sonsuz yokluğa gidiyoruz. Ürpertici sessizliğin içinde birinin seslendiğini duydum. “Thomas öldü, Robert, o öldü.’’ Nolan’ın sesine benziyordu. Hiçbirimiz tepki veremeyecek kadar donmuştuk. Öylece bekledik. Henry istavroz çıkarıp, İncil’den pasajlar okudu. Ben kızgındım Tanrı’ya. Sis üstümüze çöktü, bütün vahşi tabiat durdu, hepsi bir şeyi bekliyor gibiydi ve biz görünmüyorduk; kimse, hiç kimse görmüyordu bizi. Biz birbirimizi görüyorduk ama gözlerimiz yerdeydi, susmuştuk, düşünüyorduk. İçimizden biri söylemeye cesaret edemediğimiz o cümleyi söyledi. Başı öne düşmüş, sesi titrekti. Nate ağlamaklıydı belki de ağlıyordu. Son kuvvetiyle,

  “Yapamayız bunu, yapamam. Lanet olsun o benim dostum!”

    Thorne, ayağa kalktı.

    “Donmadan bitirelim şu işi.’’

    Ben de Thorne’un yanına geçtim. Henry “Aman Tanrım!’’ diyordu “Aman Tanrım!’’ Boynundaki haçı çıkarıp defalarca öptü. Ben ve Thorne gerekeni yaptık, Norman çam iğneleriyle cılız bir ateş yaktı kayanın üstüne. Sis hâlâ kalkmamıştı ve bizi kimse görmüyordu.

   Çizgiden sonra…

    Fırtına sisi dağıtmıştı ama kar olanların üstüne yağıyordu hızla. İlk tepkiler, öğürmeler, kusmalar kesilmişti, Nate ve Henry bile açlığa yenik düştüler sonunda. Tabakta kalan parçayı kapmak için birbirimizi itecek kadar hayvanlaşmıştık. Yaşamamız için birilerinin ölmesi gerekliydi. Bu kadar basit. Vahşi tabiatın ortasında, vahşi yaratıklardık, ölmemek için bize mübahtı her şey.

   Düşünmemeye çalışıyor, sadece yürüyorduk. Ağzımızı bıçak açmıyordu. Kelimelerin insanlığımızı hatırlatmasından korkuyorduk. Çantamızda taşıdığımız şey vicdanımızla birlikte dondukça ağırlaşıyor, biz yine de yükümüze gözümüz gibi bakıyorduk. Her gün bir öğün, sıradandı artık. İlk zamanlar kuytu yerler bulmak kolaydı. Ateşte bir iki çevirdiğimiz et parçalarını lanet olası ağzımıza götürürken dudaklarımızın kenarından sızıp donan kalıntıları görmemek için başımızı çeviriyorduk. Sonra buna da alıştık. Şartlar ağırlaştıkça ağırlaştı, çırılçıplak bir arazi çıktı karşımıza. Biz de biraz daha vahşileştik. Artık ateş yakma ihtimali yoktu. Donmuş, çiğ et parçalarını kemirmek rutin olmuştu. Kaşımız, bıyığımız, sakalımız, dudaklarımız buz tutmuştu. Dilimizin ete yapışmasından korktuğumuzdan dudaklarımızın parçalanmasına aldırmadan küçük küçük dişliyorduk eti.

   Haftalardır yoldaydık, ölmemiştik. Ne büyük meziyet! Ölmemek! Damarlarında bir ölü dolaşıyorken, yaşıyor sayılır mısın? Değişmiştik artık, eski, sıradan insanlar değildik. Nefes alıyorduk, utanmadan. Ağzımız ölü kokuyor, bir ölüyü sindiriyor, ölü artıklarını dışkılıyorduk. Yine de tek öğün yediğimizi hatırlatayım. Üstelik doyduğumuz da vaki olmamıştır. Alkışlayın bizi. İşte insanlık! Öyle değil mi?

   Belki de aylar oldu kamptan ayrılalı, ufukta gölge bile yok. Stoğumuz tükendi, kalan kemikleri yalıyoruz bir köpek gibi. Enerjiye ihtiyacımız var. Belki yeni bir ölüye. Hata bir kere yapıldığında hatadır değil mi? Ya ikincisi?

   Hepimiz beynimizi yönetmeyi öğrendik sanırım. Hedefe kilitlenmiştik. Bunca yoldan sonra dönemezdik. Ne bedeller ödemiş, ödetmiştik.

   Birkaç gün sonra Nate bir tepeden düşüp yaralandı. Kan kaybediyordu. Yürüyemiyordu. Onu öldürecek kadar canavar olmasak da ölümünü beklediğimizi itiraf etmeliyim. Bütün vahşi yaratıklar gibi etrafını sarmış, avımızın son nefesini vermesini bekliyorduk. O ise bize ‘‘Başıma gelecekleri biliyorum.’’der gibi bakıyordu, çok zavallıydı. Başımı çevirdim.

   “Hava ısındı sanki. Sıcak hissediyorum.’’ dedi Nate. Bu beynin ölmeden önce son ısınma yanılsamasıydı.

   Haftalar sonra dağı geride bırakmış, donmuş bir göl kıyısına gelmiştik. Bu iyiye işaretti. Yakınlarda yerleşim yeri olması muhtemeldi. Rakım düşmüş, hava biraz daha yumuşamıştı. İki gün sonra ormanın çıkışında bacası tüten o kulübeye doğru koştuğumuzu hatırlıyorum. O enerjiyi nereden bulduk bilmiyorum. Kurtulmuştuk sonunda. O çok kıymetli ömürlerimizi Tanrı’dan geri almıştık. Biz kazanmıştık, biz. Ölülerin dirilttiği adamlar…

   Ne kadar çelişkilerle doluyum değil mi? İnsan kendini kandırmak için türlü türlü oyunlara başvuruyor işte! Oysa ayna diye bir şey var. Kaçamıyorsun kendinden, hakikat tam karşında duruyor. Kahretsin, ağzımda hâlâ o demirimsi tat, tükürsem de yıkasam da gitmiyor. Hey, bana öyle bakmayın, iğrençmişim gibi, en nihayetinde insanım! İnsanım değil mi?

   Artık susmalıyım. Yaşamak için. Yaşıyor muyum?

                                                   Editör Hüseyin Bay

İlgili Haberler

İKİ KİŞİLİK YALNIZLIK

BEYZA GÜL AYTEKİN

Ağla Kalem

Comcini

Ailemiz İlk Yurdumuz

okuryazarkitaplar

4 Yorumlar

Htc.blg 22 Aralık 2025 at 21:26

Zevkle okudum yine… Kaleminize sağlık👏🏻👏🏻👏🏻

Cevap Ver
Birsen Acar 23 Aralık 2025 at 19:17

Teşekkür ederim.

Cevap Ver
Ayza 23 Aralık 2025 at 18:42

İnsanı aynaya bakmaya zorlayan bir hikaye. Onur, vicdan, empati, suçluluk ve yüzleşmeyi hatırlatan müthiş bir konu ele alınmış. Teşekkürler, kaleminize sağlık.

Cevap Ver
Birsen Acar 23 Aralık 2025 at 19:17

Teşekkür ederim.

Cevap Ver

Yorum Yap

Kitap, Sinema, Tiyatro, Edebiyat, Tarih, Mitoloji, Müzik, Resim, Gez Gör, Doğa Sporları, Aktüel Bilim, Anadolu, Dünya Mirası, Festival, Fuar, Sergi, Akademi, Yazarlar...