Yazar Ertan Armağan
Şiirin büyüsüne kapılan Bey’in memnuniyetinden güç alarak birkaç Yunus Emre şiiri daha okuyup şair olduğumu kanıtlamanın verdiği özgüvenle sözlerime başladım: “Bey’im, ben tarihe meraklıyım bir taraftan. Mete Han’ı, Attila’yı, Kül Tigin’i, Tuğrul Bey’i, Çağrı Bey’i hatta Alparslan’ı bilirim.” Gülmeye başlayan Bey, bardağıma şerbet doldurduktan sonra, “Sen de biliyorsun. Alparslan’ın ordusunda Malazgirt’te savaştım ben. Babam dâhil mensubu olduğum Çuvaldar Boyu, Tuğrul ile Çağrı Beylerin yanında Dandanakan çöllerinde, Pasinler Ovası’nda vuruştular. Beni geçmişe götürdün, var ol.” dedi.
Görüşmenin düşündüğümden daha kolay geçmesi üzerine, artık esas konuya geleceği doğrudan anlatmadan girmem gerektiğini hissettiğimde, sözlerime devam ettim: “Peçenekler’in akınlarını, Kumanlar ile durdurdu bu Roma. Senin saraylarında iyi ağırlanman, Selçuklu’ya karşı iş görebilme ihtimalin içindi. Sen ise aklını kullanıp denizlere hâkim olmadan bu topraklara sahip çıkılamayacağını anladın. Bey’im, Türk’ü Türk’e kırdırma konusunda pek mahir bu Roma. Seferinin yönünün boğazlara doğru olacağı aşikâr.
Sultan Kılıçarslan ile bir müzakere etsen. İçimde kötü bir his var. İmparator, kendisine müttefik bulma konusunda çok başarılı.” Sessizleşen Bey, “Âlimleri çok dinlediğinden midir, çok gezmenden midir, çok okumandan mıdır bilmiyorum? Bu genç yaşta erken olgunlaştığın belli. Sözlerinin ise bilgelerin konuşmalarından farkı yok. Yalnız bir lafına katılmıyorum. Ha Selçuklu, ha Çaka! Nasıl şüphe edebilirim? Senelerce birlikte savaştık biz.” dedi. Konunun, Bey tarafından derinleştirilmesi ile övülmüş olmanın teşviki sayesinde esas söylemek istediklerimi sıraladım: “Kılıçarslan’ın babası Süleyman Şah, Rum diyarlarının altını üstüne getirdi. Ancak, Halep’te Selçuklu’ya karşı savaşırken öldü. Kılıçarslan, babası gibi buraların tek hâkimi olmak isteyebilir. Dikkat etmelisin. Senin amacının Konstantinapol’ü almak olduğu belli Bey’im. İlyada’yı okudun. ,
Truva Savaşı’nı biliyorsun. Akalıların hilesini biliyorsun. Her ihtimali düşünmelisin.” Bey, eli ile sakalını sıvazlarken gözlerini kısarak beni süzüyor, sahilde saz çalan askerlerin cılız sesleri odadan duyuluyordu. Çaka Bey’den önceki zamanlarda geçen, Türk’ün Türk’e karşı savaştığı diğer tarihi olaylardan anımsadıklarımı Bey’e anlatmaya devam ettim. Konstantinapol’ün alınması için etkili bir kara ordusu için Sultan’ın ordusuna ihtiyaç duyulduğunu biliyordum. “Bey’im bir fırsat çıkar belki, Sultan’a durumu anlatayım. Gel, şimdiki sefere çıkma. Ben, İznik’e gideyim.” dediğimde Çaka Bey, “O seni dinlemez. Birlikte konuşuruz.
Sonuçta kızım onunla evli. Aklı karıştıysa bile biz doğruyu görmesini sağlarız. Önce sefere çıkalım, gemiyle Abidos’a varacağız. Bizimle geleceksin. Anlaşmamıza göre Sultan, İznik’in öte yanındaki Roma kalelerini zapt edecek. Elbet konuşuruz.” diye cevap verdi. Türk’ün ilk donanmasının seferine katılacak olmanın mutluluğunun yanı sıra İstanbul’un fethini yaklaşık üç yüz elli yıl önceden gerçekleştirebilecek tarihi bir müdahale yapabilme ihtimalinin bende yarattığı heyecan ile yerimde duramıyor, bir an önce gemilerin hareket etmesini istiyordum. Çaka Bey’in bilmediği, benim ona söyleyemediğim nokta ise, Kılıçarslan’ın ordusu ile Abidos civarında olacağı. Bey’in söylediklerime kulak vermesi, Sultan’a karşı yapacağım konuşmanın başarılı olma ihtimalinin yüksek olduğunu düşünmemi sağlıyordu.
Donanma yol alırken o sırada dünyanın en mutlu insanı olan ben, düşünmeden ozan olduğumu söylediğim için beklemediğim bir sınav ile daha karşılaştığımda, aynı şair olduğumu kanıtladığım gibi karşıma çıkan bu yeni zorluğun üstesinden gelirken belediyenin gitmiş olduğum saz kurslarına şükrediyor, türkülerin sözlerini biraz değiştiriyordum: “Teslim olmayalım Halil’im, aman ok savuraaalııım!” Günün ilk ışıklarıyla önümüze çıkan Bizans donanmasına karşı girişilen muharebede, atalarımın nasıl savaştığını gördükten sonra, mutluluktan ağladım. Kazanılan zaferin yarattığı coşkunun sonrasında, karaya adım atılır atılmaz şehitlerin cenaze namazı kılındı.
Abidos’a doğru donanma denizden ilerlerken Çaka Bey’in komutasında karaya çıkan ordu kaleyi muhasara altına almak üzere ilerliyordu. Beklediğim üzere, karşımıza Sultan Kılıçarslan’ın Anadolu Selçuklu ordusu çıktı. Allah’ım bana yardım et. Başarabilirsem bu iki yiğit Türk lider, birlikte Bizans’ı ortadan kaldırabilir. Yaklaşık beş yıl sonra yola çıkacak olan Haçlı Orduları, İstanbul önlerinde durdurabilir, hatta denizde yok edilebilir. Bu sayede, Kudüs Hristiyanların eline geçmez, binlerce Müslüman kanı dökülmez. Türkler çok daha büyük zaferler kazanabilir. Ancak, beklemediğim bir gelişme yaşandı. Tarihi belgelere göre Sultan’ın bir ziyafet düzenlemesi gerekirken, güçlü bir Bizans ordusu, kaleden çıkıp Çaka Bey’in kuvvetlerine doğru ilerlemeye başladığında Sultan’ın emri üzerine Bey’in yakın adamları onu yakaladı.
En başından beri anlattıklarımdan haberdar olan Sultan’ın casusları, Bey’in etrafında cirit atıyormuş. Çünkü beni bayıltan asker ile yanındakiler beni doğrudan yakalayıp Sultan’ın çadırına doğru götürürlerken diz çöktürülen Bey’e kılıcını çeken Kılıçarslan’a bağırdım: “Duuur! Pişman olacaksın, babanla beraber Malazgirt’te savaşan Çaka Bey’e bunu yapamazsın. Donanma olmadan Anadolu’yu ihya edemezsin.” Dedikten sonra askerin biri ağzımı bezle bağladı. Anlaşılan öldürülmemem konusunda emir almışlardı. O esnada Bey’in göğsüne kılıcı saplayan Sultan, müttefik olduğu Bizans ordusuna geri çekilmelerini söyledikten sonra, bana doğru ilerledi. Bey’in benim tarafımdan uyarılmış olması, Sultan’ın başka bir plan yapmasına neden oldu. Kılıçarslan gülerek bana yaklaşıp seslendi: “Bildiklerin, inanılmaz şeyler.
Belli ki hem âlim hem de ermişsin. Artık bana hizmet edeceksin.” Ağlamaktan şişen gözlerim yanarken bezi çıkardıklarında, bağırarak konuşmaya başladım: “Sen, bunun bedelini millete ödeteceksin. O adam kâfire karşı sefere çıktı. Şehit sayılır. Sen ise Müslüman soydaşlarına karşı savaşırken boğulup gideceksin. Şehit olamayacaksın.” Gelecekte olanları söylediğim için buradaki son anlarım olduğunu hissettiğim bir hareketlenme başladı. Son sözlerimi güçlükle haykırdım: “Gelecek olan Haçlılar’a karşı başarılı şekilde savaşacaksın, ancak karın ile çocukların dahi esir düşecek. Çok Müslüman ölecek. Bey ile birlik olsaydın, belki sizler Fatih olacaktınız. Haçlılar, Anadolu’ya ayak bile basamayacaktı. Türk’ün ilk donanması senin yüz…”
Mezarın yanında uyandığımda, rüyama girip beni tarihi bir yolculuğa çıkaranın Dede Korkut olduğunu hatırlıyor; eşyalarımı eksiksiz bulmuş olmanın verdiği rahatlamaya karşın, seyahatimin başarısız olmasının yarattığı yılgınlıkla bir süre etrafı seyrettikten sonra, Çaka Bey’in ruhuna dua edip oradan ayrılıyordum. Kapanan telefonu bir kafede şarj ettikten sonra arkadaşlarımı arayıp beni mezarın oradan almadıkları için sitem ettiğimde, aldığım cevap karşısında şok oldum. Çağrı, “Ulan biz oraya baktık. Yoktun. Sonra, polise gittik hatta. Dur, ortaya çıktığını söyleyelim artık.” dedi.
Çaka Bey’in mezarı başında Kılıçarslan’a sitem ederken karşımda beliren Dede Korkut’un beni çıkardığı zaman yolcuğu böylece sonladı.


