Yazar Fatma Özgen
Gül, insanoğlunun yüzyıllardır peşinden koştuğu güzelliğin en zarif hâllerinden biridir. Ona “çiçeklerin sultanı” denmesi boşuna değildir; hem görünüşü hem kokusu hem de insanda bıraktığı iz, başka hiçbir çiçekte bu kadar derin değildir. Gül, sadece bir bitki değil; insan ruhuna dokunan bir iyileştiricidir.
Her şeyden önce, gülün kokusu, dinginliğin somut hâli gibidir. Yoğun bir günün telaşı yüreğimizi daralttığında bir gülün yanından geçmek bile nefesi düzene sokar. Gül kokusunun stres ve kaygıyı azaltması, insanın kendi iç dengesine yeniden kavuşmasını sağlar. Bu yüzden eski zamanlarda saraylarda, konaklarda ve hatta hamamlarda gülsuyu kullanılması yalnızca bir gelenek değil, ruhu sakinleştiren bir ihtiyaçtı.
Gülün şifası yalnızca kokusunda değil, yapraklarında ve özündedir de. Gül yapraklarından elde edilen çay, mideyi rahatlatır; cildin daha sağlıklı görünmesine destek olur. Gül yağı ise yüzyıllardır hem doğal bir bakım aracı hem de incelikli bir tedavi yöntemi olarak kabul görür. Bir damlası bile insanın kendini daha ferah, daha yenilenmiş hissetmesine yardımcı olur.
Fakat gülün faydaları bunlarla sınırlı değildir. Gül, insana sabrı, zarafeti ve narinliği hatırlatır. Her dikenine rağmen güzelliğini korur; bu da hayata karşı duruşumuzda güçlü bir metafor oluşturur. Zorluklar içinde bile incelikle var olmanın mümkün olduğunu fısıldar. Onu kokladığımızda sadece bir çiçeğin değil, hayatın tüm katmanlarının ne kadar hassas bir denge içinde olduğunun farkına varırız.
Belki de bu yüzden gül, yalnızca bir bitki değil, insanın kendi iç bahçesine uzanan bir köprüdür. Onu her gördüğümüzde, kendimize iyi bakmayı, ruhumuzu beslemeyi ve hayatın küçük güzelliklerinde büyük anlamlar bulmayı hatırlarız.
Gül, insana şifa sunar; hem bedene hem ruha. Ve her açtığında, sanki dünyaya “Güzellik hâlâ burada.” demeye devam eder.
Edit: Orhan Özer


