Pamuk tarlasına dönen yeryüzü, beyazın muhteşem haline bakıp keyfediyordu. Taşlaşan toprak, yumuşacık olmuştu o beyaz örtüyle. Gökyüzünde yıldızlar, lamba olmuştu beyaza bürünen zeminin yüzüne.
Yusuf, gecenin ilerleyen ayazında sığınacak bir yer arıyordu. Sokak lambasının kızıl ışığına bakıp;
“Ateş rengi ışığın ne olurdu azıcık ısıtsa,” dedi, buruk bir ses tonuyla. Çok üşüyordu. İki yanına bakındı. Lambanın altında biraz durduktan sonra, sığınacak bir yer bulmak için ilerledi. Elleri ağzında nefesiyle ısınmaya çalışıyor, ancak nefesi ağzından çıkmadan buz kesiyordu.
Yırtık ayakkabısından giren karlar, çorapsız ayaklarını uyuşturmuştu. Üzerindeki örgüsü sökülmüş eski, yeşil kazağın ipleri sarkıyordu aşağıya doğru. Titreyen dudakları morarmış, dişleri birbirine vuruyordu. İleride çatısı olmayan metruk binayı görünce yönünü oraya çevirdi. İki yanına baktı. Sadece, çarşaf gibi bembeyaz büyük bir örtüden başka hiçbir şey göremedi. Soğuktan titriyor, artık ayaklarını hissetmiyordu. Çamura bulanan yırtık pantolonunu düşmesin, diye yukarıya çekmeye çalıştı. Durdu, düşündü. Sonra oraya doğru yürüdü. Metruk binanın iki duvarının birleştiği köşeyi siper yaptı kendine. Altına serebileceği bir şey aradı gözleriyle. Çok acıkmış, cılız bedeni iyice zayıf düşmüştü. Çaresiz
karların üzerine kıvrıldı usulca. “Soğuk ama yumuşacık” diye düşündü. Artık uyuşan bedeni, soğuğu hissetmiyordu anlaşılan.
Yusuf, kardan döşeğine uzanmış, gecenin ayazını yorgan yapmıştı üzerine. Şöyle kıvrıldığı yerde döndü, yüz yukarı uzadı, gerindi. Gökyüzüne doğru ellerini açtı, yıldızları kucaklarmış gibi yapıp öpücük attı. Artık açlığını da hissetmiyordu. Kafasını çevirip pamuk şeker niyetine yaladı kar tanelerini.
Hiç hatırlamadığı annesini düşündü. Acaba hayatta olsaydı ne olurdu? Sahi anasının kokusu nasıldı. Bir kere “anne” diyebilmek için canını verirdi herhalde. Birden hıçkırmaya başladı. Nedeni, niçini yoktu bu hıçkırıkların. Küçücük omuzlarına ağır gelen yükün inlemeleriydi. Gözünden düşen her damla yanaklarında buz tutuyordu. Sonra küçük kız kardeşi Ayla geldi aklına. O da annesi gibi çekip gitmişti. Babası var mıydı, varsa neredeydi? Yaşıyor mu yoksa o da kardeşiyle annesinin peşinden mi gitmişti?
Sorular zihninde bitmek bilmedi. Sonra Yusuf kardeşinin hayaliyle konuşmaya başladı. Ruhu kanatlanıp uçtu kardeşinin yanına. Yarı açık gözlerinde, tebessümün rengi kan kırmızıydı. Çok özlemişti kardeşini. Kol kola dansları, sanırım ebediyete kadar sürecekti. Belki orada annesi de katılırdı
onlara, kim bilir…
Yusuf’un yarı açık kalan gözleri bir daha kapanmadı. Gece bu kez kısa sürmüş olmalıydı. Güneşin doğuşunda bir ambulans sesi yırttı sabahın sükûnetini. Karların üzerinde yatan, kan kırmızısı tebessümün çocuğu, çıktığı kardeşinin yanından dönmemişti anlaşılan.
Editör Nuray Balcı
Yazarın Kitabı
