Yazar Murat Yılmaz
Gökyüzü, o gün alışılmadık bir sessizliğe bürünmüştü. Rüzgâr bile bulutların arasında usulca dolaşırken sanki nefesini tutuyor, olacakları merak ediyordu. Bulutlar ağırdı; grinin en koyu tonuna bürünmüş, sanki içlerinde biriken yükle nereye sığınacaklarını bilemez hâle gelmişlerdi. Aşağıda ise toprak, bütün yorgunluğuna rağmen büyük bir sabırla bekliyordu. Aylar boyunca güneşin yakıcı sıcaklığı altında kavrulmuş, her damlası buhar olmuştu.
Çatlaklardan ince ince sızan tozlar rüzgârla göğe savruluyor, ardından tekrar onun üzerine dökülüyordu. Ama o beklemesini biliyordu. Çünkü toprak, sabretmenin hayatı nasıl değiştirdiğini binlerce kez görmüştü. Kurumuş otların arasında, taşların gölgesinde saklanan minicik bir tohum, toprağa fısıldadı:
“Bizi unuttu mu?”
Toprak, içini yakan kuraklığa rağmen yumuşak bir sesle yanıtladı:
“Hayır, yağmur unutmaz. O, sadece doğru zamanı bekler.”
O an gökyüzünde hafif bir kımıldanma oldu. Bulutların içinden önce bir uğultu, sonra bir titreşim yayıldı. Sanki gök, uzun zamandır sakladığı duygularını nihayet dışarı bırakmaya karar veriyordu. Rüzgâr koşturup durdu, bulutların kulağına bir sır fısıldadı:
“Artık vaktin geldi.”
Ve ilk damla düştü. Toprak o damlayı öyle derinden hissetti ki yıllardır kapalı duran bir kapısı aralandı. O küçücük damla, çatlaklarının arasında bir serinlik bıraktı.
“Hoş geldin.” dedi, yorgun ama umut dolu bir sesle. Yağmur, toprağın sesini duyunca ürperdi. Bu kadar uzun süredir yağmamış, bu kadar uzun süre sessiz kalmıştı ki ilk damlası utangaçtı:
“Geciktim, çok geciktim…” dedi, mahcup bir fısıltıyla. Toprak gülümsedi; içindeki toz bulutlarını bile sakinleştiren bir gülümsemeydi bu.
“Geç kalmadın. Sen ne zaman gelirsen o zaman bahar başlar.”
Gökyüzü, bu sözleri duyunca daha fazla bekleyemedi. Damlalar çoğaldı, hızlandı. Yağmur her düştüğünde toprağın çatlaklarına işledi, onu yumuşattı, eski sıcaklığını alıp serinliğe bıraktı. Yavaş yavaş çorak görünen yüzeyin altında bir hareketlenme başladı. Tohumlar uyanıyordu. Kış uykusuna yatmış birer canlı gibi, esneyip kendilerini geriyor, suyun onları sarışını hissediyorlardı. Bazıları hemen filizlendi; bazıları beklemeyi seçti, ama hepsi yağmurun gelişini kutluyordu.
Yağmur, toprağın üzerinde gezinirken merakla sordu:
“Neden, bana böyle güveniyorsun? Neden, her gelişimde seni yeniden canlandırabileceğime inanıyorsun?” Toprak, yumuşayan bağrında kıpırdanmaya başlayan kökleri hissederek yanıtladı:
“Çünkü sen gökyüzünün rahmetisin. Sen geldiğinde ben yeniden doğarım. Sen benim nefesimsin.” Bu sözler yağmuru öyle etkiledi ki daha coşkuyla yağdı. Damlalar dans ediyordu sanki; kimi taşlara çarpıp sıçrıyor, kimi kuru yaprakların üzerine düşüp onları canlandırıyordu. Dere yatakları dolmaya başladı, kuşlar kanat çırparak serinliğin keyfini çıkarıyordu. Akşamüstü olduğunda gökyüzü biraz sakinleşti. Yağmur hafifledi; damlalar inceldi, bir tül gibi süzüldü. Ve o an gökkuşağı doğdu. Renklerin her biri, yağmur ile toprak arasındaki bağın imzası gibiydi. Gökkuşağı sanki gök ile yerin el ele tutuşmuş hâliydi. Toprak başını kaldırdı, o renkli kemere baktı ve içten bir minnetle fısıldadı:
“Birlikteliğimizin rengi bu.”
Yağmur sessizleşti. Yavaşladı. Ve sonunda durdu. “Gitmem gerekiyor.” dedi, içi burkularak.
Toprak bu ayrılığı yıllar boyunca yaşamıştı, yine de alışmak zordu. “Git ama unutma… her gelişinde ben seni daha çok özlemiş olacağım.” Yağmur son damlasını bıraktı. Bu damla diğerlerinden daha parlaktı; toprakğın en derin yerine doğru akıp kayboldu.
“Döneceğim,” dedi yağmur, “Her dönüşüm senin için, seni yeniden uyandırmak için olacak.”
Toprak içini çekti, serinliği kendine çekti ve derin bir nefes aldı.
Çünkü o biliyordu:
Yağmur, her ne kadar uzaklaşsa da dünya döndükçe yeniden gelecekti. Ve her gelişinde hayat yeniden doğacaktı. O gece toprak, gökyüzünde yıldızlarla süslenen sessiz bir huzurun altında uykuya daldı. İçinde filizlenen umutlarla, damlaların bıraktığı serinlikle…
Ve bir kez daha anladı ki:
Yağmur onun kaderi, toprak da yağmurun sığınağıydı.


