“Zaman nehirdir, insan kabarcık.
Şehvet zehirdir, akıl dağarcık.”
Zaman, çağlayan bir nehir gibi akıyordu. O nehrin üzerinde binlerce kabarcık yükselip sönüyordu; kimi parlak, kimi solgun. İnsan dediğin de işte onlardan biriydi: Bir an var, bir an yok.
Ali, nehrin kıyısında otururken kendi varlığını bir kabarcık gibi hissetti. “Ben neyim ki?” diye düşündü. “Bir anlık parıltı, sonra hiçlik…” .Bu düşünce içini daraltırken, başka bir ses yükseldi içinden: Şehvetin sesi. Ona hazlar, tutkular ve hızlı sevinçler fısıldıyordu. Fakat Ali, o fısıltının ardında gizli bir zehir hissetti.
O an aklını yokladı. Kendi dağarcığını, yıllarca doldurduğu küçük bilgi kırıntılarını hatırladı. Kitap sayfaları, öğütler, kendi yaşadığı pişmanlıklar… Aklı, bir hazne gibi, hem karanlık hem ışık doluydu. Her anıyla, her hatasıyla, bir kabarcığın yüzeyinde oynayan renkler gibi parlıyordu. Ali fark etti ki, varlığını sadece anlık hazlarla doldurmak mümkün değildi; her kabarcığın bir sonu, her hazın bir gölgesi vardı.
Birden gözleri nehrin yüzeyine takıldı. Rüzgârın etkisiyle kabarcıklar birbirine çarpıyor, birleşiyor ve sonra birden patlayarak kayboluyordu. “İşte ben de böyleyim.” dedi kendi kendine. “Bir çarpışmanın ardından yok olup giden, geçici bir varlık.” Ama bu yok oluşun içinde de bir anlam arıyordu. Belki de her kabarcığın parıltısı, kendi içindeki bir gerçeği yansıtıyordu.
İçindeki şehvet ve tutkular hâlâ fısıldıyordu ama Ali artık onları sadece duyuyor, körü körüne peşlerinden gitmiyordu. Onları izliyor, kendi benliğinde açtıkları dalgaları ölçüyordu. Bu ölçüm, onu hem korkutuyor hem de huzur veriyordu. Çünkü bir kabarcık olarak kısa ömründe parlamak, ama sonra sessizce yok olmak… İşte bu, varoluşun ta kendisiydi.
Editör – Çağlar Didman
Yazarın Kitabı
