Salı, Eki 21, 2025
Okuryazarkitaplar
Image default
EdebiyatEditörün SeçimiManşetÖykü / Roman

Turna Deriz


-Komutanım, siz burada bekleyin, şimdi Savcı Bey de gelir, dedi. Dediğini yaptık. Köy odası dediği yer elli metre ötemizde. Dikildik. Ali Rıza bir metre yakınımda. Yarım daire şeklinde bekliyoruz. Öteyi göremiyoruz. Uğultu. O da bambaşka bir korkunçluk. Duyma yetini de kaybedince temelli aptallaşıyorsun. Zaman yine yavaşladı ya da yayıldı. Bekliyoruz. Bir zaman sonra tipi bir yerden komut gelmiş gibi birdenbire durdu. Şaşırdım. Etrafıma baktım. Bunu nasıl bir bitiş böyle? Aklımın dengesi yine bozuldu. Ansızın biten sesler, sersemletti beni. Tuhaf bir yalnızlık gibi bir şey hissettim. Yalnızlık ve sessizlik. Kimsesizlik. Yeryüzünün bir yerinde kaybolmuş gibiydik.


Köy odasını görmeye başladık. Küçücük bir penceresi var. Her yer kar. Ali Rıza, “Hocam, öğlen yemeğine yetişir miyiz?” dedi. “Ne bileyim ulen” dedim. “Hocam bugün kalçalı butla aşure var” dedi. Her hafta yemek listesi ezberindedir. Evet vardı. Ümit, “Dondum hocam, dondum” dedi. Ayaklarını kaldırıp indirdi. Ali Rıza, “Hocam, yolculuk ne kadar sürdü?” Diye yeni bir soru ekledi yersiz sorular demetine. Ertan’ın kirpikleri donmuş. Dişlerinin arasından Ali Rıza’ya “Oğlum az bi sus!” dedi. Ali Rıza, Ertan’ı duymadı bile. “Nerden baksan yarım saat sürmüştür de mi hocam?” dedi. Yalnıza başımı salladım.


Ümit’in arkasında, bir metre yanında karla kaplı üç tepecik gördüm. Biz buraya niye gelmiştik? Bu köyde kaç hane vardı? Kaç kişi yaşıyordu? Bütün evler, yarıya kadar toprağın altındaydı. Ne bir köpek sesi ne bir koyun çanı vardı. Burası, gece nasıl bir yerdi? Bütün ömür nasıl yaşanırdı? Burada sanki hiç insan sesi yankılanmamış, çocuklar bağırmamış inek, dana yürümemiş gibiydi. Baharda nasıl görünürdü burası? Güneş, doğar mıydı? Otobüs sürmek gerçekten zevkli miydi? Ali Rıza’nın anlattığı kız kimdi? Oduncu gömleğim duruyor muydu? Yoksa birisine mi vermiştim?


Birden buraya neden geldiğimizi düşündüm yeniden. Kirpiklerimin buzunu, eldivenli elimin üzeriyle döktüm. Bir an sanki bir tepsinin üzerindeyim de bu tepsi dönüyor gibime geldi. Sendeledim. Ali Rıza hemen bana baktı “İyi miyim” diye. Tüfeğim kaydı. Kemerini aşağı çektim. Ayağımın altındaki kar ezilmiş de kaymış gibi yaptım. Ali Rıza, emin olamadı ve bakmaya devam etti. Hava tertemizdi. Buz gibiydi. Kar maskemi aşağı çekip derin bir nefes aldım. Kar tozmuyordu, rüzgârın sonsuz uğultusu birden kesilmişti. Bütün algılarım sonuna kadar açılmıştı.


Üç kişi tipiye yakalanıp, donarak ölmüştü. Bu yükseltiler onlar mıydı? Baktım. Onlardı. Şekilleri beliriyordu baktıkça. Onları fark etmemizden kısa bir süre sonra, aklıma korku dolmaya başladı. Hemen yanımızda bu gece donarak ölen üç insan vardı. Aşağı köyden geliyorlardı demek ki. Tipi çıkınca görememişler nerede olduklarını. Köy odasına elli metre bile yoktu belki. Elli metre. Elli metre daha yürüseler şimdi yaşıyor olacaklardı.


Korktuğunda akıl, yalnızca reflekslerle öğrenilenleri yapıyormuş. Bir adım daha attım. Kar, botlarımın altında gürültüyle ezildi, gıcırdadı. Ümit, çok doğal bir şey yapıyormuşum gibi bakıyordu. Onun yanından geçip hafifçe eğildim. Bana en yakın olan yükseltiye dokundum. Yün bir atkıyı birkaç tur sarmıştı başına. Canlı bir kırmızı atkı. Birikmiş kepek karlar, bulundukları yerden uflanıp döküldü. Yaşlıydı, heybetliydi, kalın ve gür bıyıkları buzla kaplıydı. Dizlerinin üzerine çökmüş, oturmuştu. İnsan gözleri açıkken donar mıydı? Gözleri açıktı. Donan gözleri dışarı doğru çıkmıştı. Hepsinden daha akılda kalıcı olanı ise ağlamıştı. Gözyaşları donmuştu yanaklarında. Ölürken ağlaması, beni, donarak ölmesinden daha fazla sarsmıştı. Sakallarına ulaşamamıştı gözyaşları. Yine başım döner gibi oldu. Bakışlarımı, yüzünden çektim.


Sağ elini yumruk yapmış ve yere dayamıştı. Sanki kalkmaya hamle yapmış ve o an donmuştu. Sol eli, kalın parkasının yan cebindeydi. Bir şey düşünmeden yanındaki yükseltiye yaklaştım. Hemen yarım metre sağındaydı. O da oturmuştu. Dizlerini kendine çekmişti galiba. Ayaklarında birkaç kat çorap vardı ve lastik galoşlar. Tüfeğimi, kemerinden sırtıma doğru çektim. Namlu çenemin altına yaklaşmıştı. Eldivenli elimin üzeriyle yüzüne dokundum. Genç bir kadındı. Çok biçimli, harika kalın kaşları vardı. Onun da gözleri açıktı. Upuzun kirpiklerinde hala buz parçaları vardı. Dizlerine bakıyordu galiba.


Aslında savcı gelene kadar beklememiz gerekiyordu. Ama üçüncü tepeciği de merak ettim. Başında Tunceli köylerinde gördüğüm renkli eşarplardan vardı. Kat kat. O, Çömelmişti. Oturmamıştı. Sağ elini, sağ dizinin altına koymuştu. Orada ısıtmaya çalışıyordu demek. Sol eli dizinin üzerinde yumruk biçiminde duruyordu. Üzeri çatlak çatlaktı. Eskiyen tırnakları morarmıştı. Yüzündeki kar tabakasına belli belirsiz dokundum. Karlar döküldü. Yaşlı bir kadındı. Kulaklarında altın olduğu belli çok eski moda küpeler vardı. Üzüm salkımı biçiminde. Ebemde de vardı bu küpelerden yıllar önce.


Diğer kamyon da geldi homurtularla. Kar üzerinde yürüdüğüm ve ölülere yaklaştığım belli oluyordu. Doktorla Savcı da geldiler. Savcı pek önemsemedi ayak izlerimi. Kısa boylu, tomruk gibi bir adamdı doktor. Kamyonun motoru sustu. Savcı, doktorun tam tersi. Upuzun boylu ve upuzun boyunlu. Bu kadar giyimin altından belli oluyordu boynunun uzunluğu. Muhtar koşarak geldi. Doktorla tokalaştılar. “İhtiyar heyeti de gelsin mi Sayın Savcım?” dedi. Savcı, etrafa baktı. Bir şeyler anlamak istiyor gibi. “Gelsinler Muhtar”. Muhtar seslendi. Bir kız çıktı ilerideki odadan. Zayıf. Yüzü, soğuk yanığı. Kara gözlü, kara kaşlı, incecik. İki kalın örüklü. Ağlamış, gözleri ve burnu kızarmış. Üstünde yalnızca bir hırka vardı. Muhtar, “Ceylan, git de söyle, Ahmet Dayı’na seslen, getir.” dedi. Kızın adı Ceylan’dı demek.
Bekliyoruz. Muhtar, misafirperverlik göstermek istiyordu. “Çay, pişirsinler he mi Komutanım?” Zayittin uzman, “Yok yok, Muhtar işimiz uzun. Bakalım, savcı ne diyecek?” dedi. Savcı ve doktorun dediklerini yaptık. Köyün ilkokuluna taşıdık ölenleri. Donmuş insan bedenleri, ağaçtan yapılmış maketler gibiydi. Öğrenci masalarını yan yana getirdik. Yaşlı amcadan başladılar incelemeye. Giysilerini çıkardık zorlukla. Sol eli kabanının cebindeydi. Onu çıkarmakla çok uğraştık. Yumruğunu, cebinde sıkmıştı. Doktor, amcanın avucunu açmamızı istedi. Açamadık ama avucundakini çekip aldık. Avucunda kız çocuklarının sevdiği türden iki tane, üzerinde pembe flamingo olan tel toka çıktı. Diğer cepten de küçük bir külahta tuzlu fıstık. Savcı cinayet şüphesi olmadığını söyledi.

Kanlıları varmış, peşlerine düşmüşler, izlerini sürmüşler. Ama tipi onlardan önce yapmıştı işini. Doktor, morga götürmeye gerek görmedi. Raporlara ölüm nedenlerini yazıp imzaladı. Cenaze sahipleri okulun kapısının önünde bekliyorlardı. Soğukkanlıydılar. En önde, adının Ceylan olduğunu öğrendiğim iki örüklü kız vardı. Zayittin astsubay, önden çıktı. Çocuk, dedesinin öldüğünü biliyor olmalıydı. Hıçkırmadan, sarsılmadan sessizce ağlıyordu. Burnu kızarmıştı. Gözlerden bu kadar yaş akabildiğini bilmiyordum. Sanki küçük iki pınar gibiydi kapkara gözleri. Eğildim. Avucumu açtım. İki tokayı ona uzattım. “Bak deden sana flamingo almış” dedim. Küçücük elini uzattı. Avucunda sıktı. Sıcacık baktı. “Burada onlara Turna deriz” dedi. Tokalardan birini bana verdi. Alıp yakama taktım. Küçücük yüzü, kocaman gülümsedi.

İlgili Haberler

Birinci Okuryazarkitaplar Kültür Festivali Kapılarını Açıyor!

BEYZA GÜL AYTEKİN

Sürgün… (Şiir)

okuryazarkitaplar

Özne İnsan

Hüseyin Çağrı Topaloğlu

Yorum Yap

Kitap, Sinema, Tiyatro, Edebiyat, Tarih, Mitoloji, Müzik, Resim, Gez Gör, Doğa Sporları, Aktüel Bilim, Anadolu, Dünya Mirası, Festival, Fuar, Sergi, Akademi, Yazarlar...