1. Yazar Ela Kırkhan
Nuri, sabahın buz gibi havasını içine çekerek adımlarını ağır ağır attı. Geceden kalma bir sessizlik vardı köyün üzerinde; sanki herkes uyusa da yorgunluğu sadece o taşıyormuş gibiydi. Gömleğinin yakasından içeri süzülen soğuk, yıllardır içini kemiren başka bir soğukluğa karıştı: Hayatın sessizce elinden aldığı şeylerin hüznü.
Yıllardır çalıştığı küçük marangozhane, artık onun yaşlanmışlığına benzeyen bir görüntüye sahipti. Çatlak duvarlar, paslanmış menteşeler, sönük bir ışık… Tıpkı Nuri gibi yorulmuş, tıpkı onun gibi bekleyişe alışmıştı.
Nuri elini masanın üzerine koyduğunda çatlamış derisinden sızlayan bir acı yükseldi. Bu eller, gençliğinde geleceği kuracağını sandığı ellerdi. Ama şimdi sadece talaş kokusunda kaybolmuş bir ömür taşıyordu. Eşi yıllar önce hastalıktan gitmiş, oğlu ise büyük şehrin karmaşasında babasının sesini bile duyamaz olmuştu. “Bir gün gelirim.” demişti. O gün hiç gelmemişti.
Nuri o sabah da işine sarıldı. Çünkü insan bazen dayanmak için emeğine tutunurdu.
Öğleden sonra kapı çalındı. İçeri, elinde kırık ayaklı bir tabure tutan küçük bir kız girdi. Yüzünde yağmurdan kalma çizgiler, gözlerinde titreyen bir hüzün vardı.
“Usta amca…” dedi sesi çatallayarak, “Annem ağlıyor. Bu tabure dedemden kalmıştı. Onu kaybettiğimiz günden beri tek hatıra buydu. Düşer de tamamen kırılır diye çok korkuyoruz. Tamir eder misin?”
Nuri’nin kalbi sıkıştı.
Bir eşya sadece eşya değildi; bazen bir insanın yokluğunu taşıyan tek köprüydü.
Tabureyi eline aldığında bir anda kendi hayatı gözlerinin önünden geçti. Eşinin son bakışı… Oğlunun uzaklaşan sesi… Atölyenin köşesinde yıllardır durup kimsenin elini sürmediği eski bir sandalye — aslında onun için hayatın bir zamanlar ne kadar sıcak olduğunun tek kanıtı.
Nuri gözlerini kapadı.
İçindeki acı, talaş tozuna karışıp daha da ağırlaştı.
Titreyen parmaklarıyla tamire başladı. Her çekiç darbesi atölyede yankılanıyor, ama aslında Nuri’nin kabuğuna gömülmüş yüreğine vuruyordu. Taburenin kırıkları birer birer düzelirken Nuri kendi kırıklığını fark ediyordu. Gözlerinden bir damla yaş talaşlara düşerken farkında bile değildi.
Saatler sonra tabureyi bitirdi. Ağaç, tıpkı anıların yeniden parlatıldığı gibi ışıldıyordu.
Küçük kız tabureyi görünce bir an nefesi kesildi.
“Bu…” dedi, sesi titreyerek, “Annem buna çok sevinecek. Dedemi hatırlıyoruz böylece… Çok teşekkür ederim…”
Nuri sadece başını salladı.
Kız çıkarken kapıda durup ona sarıldı. İnce kollarının çepçevre sardığı o an, Nuri yıllardır hissetmediği bir sıcaklık duydu. O sarılmanın içindeki minnet, onun bütün yorgunluğuna bir anlığına da olsa nefes olmuştu.
Kız uzaklaştıktan sonra atölye yeniden sessizliğe gömüldü. Nuri taburenin cilalı yüzeyine dokundu. O an artık kesin olarak anladı:
İnsan en çok, görünmeyen emeğiyle, kimsenin fark etmediği çabalarıyla yaralanır.
Ama bazen hiç ummadığı bir anda, bir çocuğun gözyaşlarına karışan bir teşekkür, bütün bir ömrün ağırlığını yerinden oynatır.
Nuri kapıyı kapatırken omuzları hâlâ ağırdı ama içi…
İçi uzun zamandır ilk kez hafiflemişti.
Belki de emek, insanın acısını taşıyan bir yük değil; acısını iyileştiren sessiz bir ışıktı.
Edit: Orhan Özer


