Kar, sanki gökyüzünden değil de yerin altından yükseliyordu. Beyaz bir cehennem… Hakan, direksiyonu sımsıkı kavramış, gözlerini bir karaltıya çevirmişti: Bünyan tabelası. Sonunda. Bu yolun başka bir anlamı vardı bu kez… Bu bir ziyaret değildi. Bu, bir veda gecesiydi. Büyükannesi vefat etmişti.
Uzunca bir süredir uğramadığı memleketine dönüyordu, hem de kışın tam ortasında. İşten izin alması zordu ama büyükannesi son sözlerinde onun adını anmıştı. Bu, kaçışı olmayan bir çağrıydı.
Hava buz kesiciydi. Tipi, geceyi daha karanlık yapıyor, far ışıkları bile sisin içinde boğuluyordu. Radyo çekmiyor, cep telefonu ise sinyal bulamıyordu. Tam bir yalnızlık…
Birden benzin ışığı yandı.
Az sonra karanlığın ortasında loş bir ışık süzüldü yolun kıyısından: Eski bir benzin istasyonu. Zamanın dışına sıkışmış gibiydi. Neon tabelası titreyerek yanıp sönüyordu.
Hakan arabayı yanaştırdı ancak görünürde pompacı yoktu. İçerisi, boş bir lokanta gibi görünen yapının kapısını araladı. Paslı bir çıngırak sesiyle karşılandı. İçeride sobanın çıtırtısı ve eski, ahşap masalar vardı sadece.
Köşede oturan yaşlı bir adam gözlerini kaldırmadan konuştu:
“Evlat, bu gece yola çıkma. O yol bu gece açık değil…”
Hakan’ın içine bir ürperti yürüdü. “Bünyan’a gidiyorum,” dedi kısık bir sesle. “Büyükannem… Vefat etti.”
Yaşlı adam, bir an başını eğdi. Sonra bir şey mırıldandı, tam olarak duyamadı. “O ormanda yol kaybolur, bazen kendinle karşılaşırsın…”
Sonra benzin doldurmak için ağır adımlarla dışarı çıktı.
Hakan teşekkür ederek arabaya bindi. Göz gözü görmüyordu ama yola devam etmeliydi. Anahtar kontağa döndüğünde, motor zorlandı. Sanki araba bile gitmek istemiyordu.
Sonra sis geldi.
Öyle bir sis ki gerçeklikle hayal arasındaki perdeyi kaldırırdı.
Aracı düşük viteste, yavaş hızda kullanıyordu. O sırada yolun kenarında bir silüet beliriverdi. El kaldırıyordu.
Soğuğun ortasında, sadece beyaz elbisesi ile ince yapılı bir kadın… Üşüyor gibiydi.
Hakan, hemen aracı durdurdu.
Kadın başını eğerek kapıya yaklaştı.
“Lütfen, şu köy yoluna bırakabilir misiniz? Evim yakın.” Dedi.
Hakan bir an tereddüt etti ama onu orada bırakıp gitmek içinden gelmedi. Kadın arabaya bindi. Cam buğulandı. İçerisi aniden soğudu.
Kadının sesi çok uzak bir yerden geliyormuş gibiydi:
“Bu yol bazen insanın içine döner…”
Hakan bir an irkildi, dönüp baktı. Kadın camdan dışarı bakıyordu. Gözleri bomboştu. Fakat bir şey daha vardı. Gözlerinin altında su izleri gibi bir parıltı… Ya da… gözyaşı?
Sonra kadın aniden konuştu:
“Burada inebilirim.”
Hakan ani bir fren yaptı, farlar öndeki boşluğa vurdu. Gözlerini kırpıştırdı, çünkü yolun kenarında sadece sis vardı.
Kadına döndü ama arkası boştu. Koltuk ıslaktı.
Sadece… koltuk. Kafasını yola doğru çevirdi ancak sisin içinde hiç kimse veya hiçbir şey göremedi.
***
Hakan, kalbinin ritmini duyarak ilerliyordu. Gözleri aynaya kaydı defalarca ama kadın yoktu. Koltukta hâlâ ıslaklık vardı, oysa biraz önce oradaydı. Sanki o sisle birlikte vücudu buharlaşmış, sadece hatırası kalmıştı geriye.
Köye vardığında neredeyse sabah olmak üzereydi. Hiç uyumadan; sabah önce cenaze, sonra ziyaretler, dualar, taziye… Zaten herkes çoktan kabullenmişti olanı. Lakin Hakan’ın kafası dalgındı. Zihninde, o kadının yüzü camdaki buğu gibi duruyordu.
Gözleri… Tanıdık mıydı?
O gece, büyükannenin evinde yalnız kalmayı teklif etti. Kimse kalmak istemedi zaten. Ev eskimiş, yılların yüküyle çökmüş gibiydi. Elektrik sık sık gidiyor, rüzgâr tahta duvarların içinden uğuldayarak geçiyordu.
Sonra büyükannenin odasında eski bir sandık buldu.
Sandığın içinden sararmış bir gazete kupürü çıktı.
Tarih: 17 Ocak 1973
Başlık:
“KÖY YOLUNDA GİZEMLİ ÖLÜM: GENÇ KADIN DONARAK CAN VERDİ”
“Sabaha karşı orman yolunda bulunan genç kadının cesedi, hâlâ gizemini koruyor. Kimse neden o saatte orada olduğunu bilmiyor. Yıllar sonrasına ait başka bir gazetede ise aynı hikâye ama bu sefer Köylüler, ‘onu yıllardır yolda görenler var’ dedi…” yazıyordu.
Hakan ellerinin titrediğini hissetti.
Kupürdeki fotoğrafa bakarken, kalbinin ağzına geldiğini zannetti.
O kadındı.
Arabasına binen, gözleri cam gibi boş olan kadın. Aynı bakış. Aynı elbise.
Gazetenin köşesinde bir isim:
“Zeynep K. – 23 yaşında”
Gazete kupürlerini hızla yerine, sandığa geri atıp kapağını sıkıca kapattı.
İşte tam o an, içeriden bir kapı gıcırdadı. Rüzgâr yoktu. Camlar kapalıydı.
Sanki biri evin içindeydi.
Hakan feneri kaptı. Kalbini bastırarak ilerledi.
Ses, alt kattaki kilerden geliyordu.
Kiler, büyükannesinin hayatı boyunca kilitli tuttuğu yer. Hep “orası karanlıktır” derdi.
Kapının koluna dokunduğunda, buz gibi bir ürperti yükseldi kolundan yukarı.
Kapı hafifçe açıldı.
Karanlık bir merdiven ve derinlerden gelen bir fısıltı:
“Ben yolumu kaybettim…”
***
Kilerin kapısını açtığında, Hakan’ın yüzüne nemli ve toprak kokulu bir hava vurdu. Merdivenlerden gıcırdayarak iniyor, her adımda çıtırtılar evin içinde yankılanıyordu. Fenerin ışığı zayıftı, sanki karanlık yutmak istiyordu onu.
Alt kata indiğinde, karşısında eski bir masa, paslı birkaç alet ve duvara dayanmış bir ayna vardı ama aynanın yansıttığı şey, odanın içi değildi.
Feneri aynaya tuttu.
Kendisini değil, bir odunluğun içinde, yere çökmüş birini gördü.
Başında beyaz bir yazma. Üzerinde ince, 70’lerin modasına ait bir elbise.
Zeynep’ti bu.
Başını kaldırıp Hakan’a baktı aynanın içinden. Dudakları kıpırdadı:
“Beni orada bıraktılar…”
Hakan geri adım attı. Nefesi kesildi. Feneri aynadan çektiği anda görüntü kayboldu.
Kilerden bir ses yankılandı tekrar:
“Yalnız ölmedim.”
Masaya yöneldi. Üzerinde paslanmış bir madeni düğme, bir saç tokası ve cam bir kavanoz vardı. Kavanozun içinde ise sarı bir kurdaleye bağlı not:
“Zeynep burada değil. Onu gömmedik. Kimse duymadı.”
Altında ise bir isim: H. K.
Zeynep’in soyadıyla aynı harfler.
Hakan kavanozu da yanına alıp hemen dışarı çıktı.
Arabasına binip havaya aldırmadan kasabaya indi. Kasabanın tek pansiyonunda bir oda tutup geceyi neredeyse hiç uyumadan, orada geçirdi. Sabah ilk işi karakola uğramak olacaktı.
Sabah olur olmaz elinde kavanozla karakola girdi.
Komiser yaşlıydı, gözlüğünü takıp kupüre baktı, klavyede bir Kaç tuşa dokunduktan sonra Hakan’a dönüp:
“Bu olay bizim dosyalarımızda var ama resmi kayıtlar eksik. Otopsi yok. Cenaze yeri belli değil. Kimi köylüler cesedi hiç görmemiş bile…”
Hakan başını salladı: “Bu kadın… hâlâ o yolda bekliyor.”
Komiser usulca ayağa kalktı. Pencereden dışarı baktı, sonra alçak bir sesle konuştu:
“Bazı şeyler gömülmediği zaman, toprağın bile huzuru kalmaz. Bu köyde bazı insanlar, bildiklerini mezara götürmeye niyetli.”
Hakan; kilerdeki aynayı, kavanozu ve o notu düşünerek geceyi karakoldan sonra büyükannesinin evinde geçirdi.
***
Ertesi sabah köyde dolaşmaya çıktı.
Hakan, eski bir evin önünde sedirde oturan, büyükannesinin eski arkadaşlarından biriyle karşılaştı. Elindeki tespihi sessizce çekiyordu yaşlı kadın.
“Hakan oğlum sen misin, gel hele otur yanıma” diye davet etti kadın.
“Ah evladım ah senin baban bu köyden yıllar önce gittiğinde, arkada kalanlara pek bakmadı evladım. Sen de öyle yapma sakın.”
Hakan şaşkın gözlerle yaşlı kadını sessizce dinliyordu.
“Kardeşi Haluk…
Zavallı çocuk, annesi ölünce iyice yalnız kaldı.
Biraz içine kapandı tabii.
Çok da sağlam sayılmazdı aklı.
Ne oldu ona hiç bilen yok.
Hâlâ köyün dışında, o eski evde yaşıyor diyorlar ama kapısını kimse çalmaz oldu.”
Hakan duraksadı.
“Benim babamın kardeşi mi varmış?”
Yaşlı kadın şaşkınlıkla baktı:
“Demedi mi baban? Haluk onun öz kardeşi.
Senin amcan.”
Bir an sessizlik oldu.
Hakan’ın başında yankılanan sorular gittikçe yoğunlaştı. Babası vefat edeli yıllar olmuştu ama öncesinde ilişkileri yakındı.
Neden hiç bahsetmemişti ki?
Neden bu gizem?
O gece, büyükannesinin odasında gezinirken gözü eski bir çerçeveye takıldı.
Kumaş örtünün altına saklanmış gibiydi.
Tozlu camı sildiğinde altından çıkan şey…
Bir düğün fotoğrafıydı.
Damadın yanındakiler tanıdıktı. Babası ve büyükannesi.
Ve gelin…
Geçen gece arabasına aldığı genç kadın, Zeynep’ti.
***
Ertesi sabah Hakan erkenden, ormanın içindeki patikadan ilerleyerek, yaşlı kadının tarif ettiği o harabe eve ulaştı. Amcası ile tanışma zamanı gelmişti.
Bahçeyi yabani otlar sarmıştı. Kapıyı çaldı, evde kimse yok gibiydi.
Kapıyı hafifçe itince kilitli olmadığını fark etti. “Amca, amca” diye birkaç kere seslendiyse de içeri adım attığında, loş bir sessizlik karşıladı onu.
Evin salonunda, sobanın yanındaki duvarda eski çerçeveler vardı.
Kimi boş, kimisinin içindeki fotoğraf sararmıştı.
Bir tanesi…
Düğün resmiyle aynıydı.
Aynı yüzler.
Evin havası sanki yıllardır biriyle paylaşılmamış gibiydi.
Aynı zamanda mutlu bir yuva gibiydi de.
Sanki bir kadın eli değmiş gibi her şey düzenliydi.
Toz yoktu. Bulaşık yoktu. Soba tütüyordu.
Murat adımlarını ağırlaştırdı.
Bir kapı dikkatini çekti.
Bodrum kapısı.
Kapı hafif aralıktı. Yukarı loş bir ışık sızıyor ve radyodan çalan bir türkü sesi duyuluyordu.
Aşağıdan gelen koku biraz ağırdı Rutubet ve küf kokusu gibiydi.
Ancak tanıdık bir şey daha vardı:
Tütsü.
Ağır adımlarla aşağı inmeye başladı “Amca, amca” diye seslenerek…
Ve orada…
Gördü.
Koltukta bir kadın oturuyordu.
Beyazlar içinde.
Saçları düzgünce taranmış.
Elleri kucağında.
Başında ince bir yazma.
Başı öne eğik.
Tam merhaba diyecekti ki…
Hakan’ın içinden bir çığlık yükseldi ama dışarı çıkamadı.
Dondu kaldı.
O anda, yukarıdan bir ayak sesi duyuldu.
Biri eve girmişti.
Merdivenlerin başında duran siluet, Hakan’a baktı.
Yüzü gölgede kaldı.
“Amca, sen misin ben Hakan, abin Bayhan’ın oğlu?” diyebildi korkuyla.
Amcası tiz bir sesle “Bayhannn” diyebildi özlem dolu bir sesle ve içerideki odaya gidip oturdu.
***
Hakan, derin bir nefes aldı.
Kalbinin sesi kulaklarını dövüyordu. Bacakları titremesine rağmen adım attı.
Bodrumdan çıkıp, yavaşça üst kata yöneldi.
Haluk’un gözleri puslu, bakışları uzaklardaydı.
Oysa yüzünde masum, çocukça bir gülümseme…
“Güzel olmuş değil mi? Gelinliğini ben yıkadım.
Saçlarını da taradım.
Zeynep, bana bakınca hep gülerdi.
Şimdi de gülümsüyor bazen. Geceleri konuşuyoruz.”
Hakan yutkundu.
Hiçbir şey söylemeden dinlemeye başladı.
“O gece…
Gitmek istedi.
‘Seni sevmiyorum’ dedi.
Yola doğru koşmaya başladı.
Ben, sadece üşümesin diye elimde paltosu “Zeynep üşüme” diyerek onu durdurmak istedim.
Korktu benden, korktu.
Tam tutmuştum ki ayağı takıldı ve düştü.
Kafasını taşa çarptı. Çok kan, çok çok kan vardı. Anneye gittim.
O temizledi beni. Sus dedi.
Herkes sandı ki Zeynebim ölmüş.
Gömdüler.
Ama ben biliyordum.
O sadece uyuyordu.
Gittim, onu aldım. Eve getirdim.
Temizledim.
Uyandırmaya çalıştım…
Annem yardım etti bana.
Abim, gitti o, uzaklara gitti.
Bayhan… o hep benden utanırdı zaten.
Sen onun oğlu musun?”
Hakan’ın yüzü buz kesmişti.
Sustu.
Bir yandan öfke, bir yandan acı yükseldi içinde.
Haluk’un sözleri…
Bir çocuğun oyuncak bebeğine bağlandığı gibi, saplantılı bir sevgiyle doluydu.
Lakin işlenmiş bir suç vardı ortada.
Ve bir ceset…
O gece Hakan, jandarmayı aradı.
Ceset bulundu, Zeynep’in ölümüne dair gerçek gün yüzüne çıktı.
Olay yıllar sonra çözülmüştü ama izleri hâlâ tazeydi.
Köy halkı şoktaydı.
Kimi Haluk’a lanet okudu.
Bazılarıda, “Zaten çocukken de tuhaftı,” dedi sadece.
Zeynep’in cenazesi bu kez gerçekten yapıldı.
Köy mezarlığında, eski çınarın altında.
Bu defa sessizce gömülmedi, sevdiği bir türkü söylendi hep bir ağızdan.
Hakan dönüş yoluna çıkmadan, son bir kez mezarı ziyarete gitti …
Bir anda yüzünde bir esinti hissetti.
Çevresine bakındı.
Ve o an…
Bir siluet belirdi.
Zeynep.
Beyazlar içinde, ince bir gülümsemeyle.
Sesi yoktu ama gözleri Hakan’a teşekkür eder gibi parladı.
Sonra…
Rüzgarla birlikte kayboldu.
***
Haluk, Hakan’ın da talebiyle ona yakın bir akıl hastanesine yatırıldı.
Doktorlar “ileri derecede dissosiyatif bozukluk” dediler.
Gerçekle hayal arasındaki çizgisi çoktan silinmişti.
Hakan…
Her cumartesi onu ziyaret etmeye başladı.
Haluk, ziyaret saatlerinde hâlâ anlatıyordu.
Zeynep’in o gün ne giydiğini, saçlarını nasıl ördüğünü, nasıl güldüğünü…
Hakan her seferinde onu dinliyordu sessizce.
Bir çocuk gibi.
Bir sırdaş gibi.
Bir akraba gibi.
Çünkü bazen, en karanlık hikâyelerin içinde bile…
Bir parça merhamet, bir tutam insanlık vardır…



