“İki dudağı yay gibi gerilmiş, dilinden oklar fırlamıştı artık. Geri dönüşü olmayan bir yol onu
bekliyordu. Hâlbuki geri dönüşleri çok severdi. Vazgeçme ihtimali elinden alınırsa kafasında
cereyan eden kaos yangınıyla mücadele etme kuvvetini kendinde bulamazdı. Bu yüzden hayatı
boyunca eline verilen sırça fanusları önce belli bir yere kadar götürür, kırar, sonra da tamir etmeye
çabalardı. Bu iki cendere arasında inşa ederdi yaşamını.”
Kendini az buçuk tanıyordu ya bununla yetindi bir müddet. Gönlünü ve aklını birleyince huzura erecek, iç âleminde sağlanan sulh anlaşmasında rahat bir nefes alabilecekti. Şaire göre yolun yarısı olan şu ömrüne kadar kaç defa dumansız, tereddütsüz bir şekilde berrak bir nefes alabilmişti? Berrak, güzel bir kelime. Yoksa seyre daldığı manzara mı onu etkilemişti? Göz penceresinden içeriye dimağına doğru bir köprü mü kurmuştu? Adem için bunların pek de ehemmiyeti yoktu.
Eline ne zaman aldığını bilmediği ince, kırık bir çalıyla yere belli belirsiz çizikler çiziyordu.
Çamura şekil vermek de güzeldi, öz vatanından haber veriyordu sanki toprak. Eline alıp iliklerine
kadar hissetmek toprağı, çamuru, balçığı… Bu dereyi bu yüzden seviyordu. Hem toprağa hem suya
aynı anda dokunup çağlar ötesinde gezintiye çıkmak… Bu yolculukta tek azığı kulaklarında serçe
senfoniyle seyre daldığı berrak su. Sağ kulağı serçelerde sol kulağı ise derenin sözlerinde. Zihninde
dönen bu korolar eşliğinde başı bir sağa bir sola kayıyordu. Ne zaman bir karar verse ya da vermek
istemese açık hava tiyatrosuna gelip kendinden geçercesine bu gösteri cümbüşünü en önde seyre dalardı.
O kadar kendinden geçip bastığı toprağı unuttu ki yanına kadar sokulan Cindar’ın varlığını bile fark edemedi. Hâlbuki rüzgâr eşliğinde bir hortumla gelmişti. Onun kullandığı tek vasıta buydu. Başka bir gemi de bilmezdi hem zaten gemiye de binmezdi. Bu hortum gemisi, onun için tek güvenli yoldu. Adem’e kendini fark ettirmek için bir nefes üflemesi gerekti. Onun alemden kopuk, pejmürde hâllerine alışmıştı. Ensesine gelen serin havayla yerinden kalktı Adem. Cindar’ın gülümseyen, sevimsiz
suratıyla karşılaştı. Onu gördüğüne artık ne şaşırıyor ne de seviniyordu ama Cindar ısrarla ve biraz
da alaycı bir şekilde gülümsemeye devam ediyordu. ‘‘Kararını verdin mi Adem?’’ Adem,
sessizliğini muhafaza edip bir saniye öncesine dalıp dereyi seyretmek istedi. Gelen misafirden
hoşnutsuzluğunu belli edercesine derin bir ah çekti ve ahını gökyüzüne emanet etti. Tekrar
duyumsamak istedi serçe ve dere türkülerini. Sağ ve sol kulağı açık, gözleri kapalı bir vaziyette dere
yamacına çömeldi. Sırtını döndüğü Cindar’ın hiç gelmemesini umarak sağ elinin en uzun parmağını
derede gezdirdi. Dereyi titreten bir sesle irkildi. Ardına baktı, ‘‘Heyyy! Kendini Narkissos zanneden
Adem, madem kendine hayransın boğul o zaman. Biliyorsun bir nefesine bakar.’’ Her
konuşmasının ardında ebleh suratına yapışıp kalan o alaycı ifade, Adem’i bulantı fırtınasına
atıyordu. Sartre kadar olmasa da onun da içinde hezeyanlar yüzüyordu, bir türlü berraklaşamayan
düşünceler zinciri içini bulantı yumağına çeviriyordu. ‘‘Üzgünüm dostum, süren doldu. Artık bir karar vermen gerekiyor. İki nefes sonra ayrılacağım ve senin seçimin doğrultusunda gelirim ya
da hiç gitmem.’’
Adem, kendini köşeye sıkışmış gibi hissediyordu. Daha fazla sessizliğini muhafaza
edemedi ve takati kalmadı. Son bir güçle kendi etrafında bir tur attıktan sonra ‘‘Tamam kabul, ben
yansımayı seçiyorum. Kendi hakikatimi kaybettim zaten suya yansıyanlardan olayım.’’
diyebildi ve yaydan çıkan ok fırlamıştı artık. Geri dönüş yolu yoktu. Cindar bu habere çok sevindi,
yüzünde malum ifadeyle gemisine binip kayboldu. Adem, hiç olmazsa onun yanından
uzaklaşmasına sevindi. Muzipçe gülümsedi ama ona benzemek en korktuğu şeydi. İki dakika
öncesine dönebilmek, aynı havayı soluyabilmek için çömeldi dere yatağına. Annesinin şefkatli
ellerini yüzünde hissedecekmiş gibi derenin eteklerine başını yasladı. Özlem duyduğu o hissi,
derenin yamacında ve esen rüzgârda görmek istedi ama olmadı. Rüzgârın attığı bir şamarla başını
yasladığı etekten kaydı, dereye düşeyazdı. Oysa düşlerini yazacaktı daha en güzel umutlarla. Eski
hâline dönemedi. Zaten Cindar’ı gördükten sonra hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Neyse ki bir karar
vermişti artık. ‘‘En kötü karar, kararsızlıktan iyidir. Yok ya bu sözü oldum olası sevmedim ama
elden ne gelir, tamam” demişti artık. Bundan sonrasına müdahil olma hakkını bertaraf etmişti bile
isteye. Artık sadece izleme cihetine geçmişti.
Rüzgârın önünde sallanan bir yaprağın hâlini üstelik yaprağın yansımasını benimsemişti. Bundan sonrasını jet hızıyla yaşayacaktı. Tane tane attığı adımlarını, yeşilin her tonuyla örülü bu dere yatağından geri çekti. Çamura dokunup serçe-dere senfonisini dinleyip etliye sütlüye karışmak artık geride kalacaktı. Bütün feryatlarını toplayıp sessizlik çuvalına doldurdu. Bu defaki yolculuğuna sırtında ağır bir azık yüküyle çıktı. Ardına son bir defa bakıp yola çıktı. Evet, bir karar vermişti fakat icraata geçmesi için bu kararını unutup tekrar hatırlaması gerekiyordu. Ona tanınan süre ve şart buydu. O yüzden Cindar’ın gidişinden sonra normal hayatına döndü. Unutma nimeti verilmişti ona. İşi ve
öğrencileriyle bir süre oyalandı durdu ta ki bir öğrencinin sorduğu soruya kadar.
Cindar’la yaptığı anlaşma aklına geldi. Uzunca bir zaman nasıl da unutmuştu ya da unutmuş gibi
yaşamıştı! Kalbini yumak yapıp ucunu Cindar’a verdiğinden beri onu unutacağına söz vermişti. Bunu başarmıştı da ama şimdi nasıl olur da zihnine hücum etmişti. Öğrencilerin, şaşkın bakışları
arasında hiçbir şey söylemeden sessizliğini yeniden muhafaza edip ders verdiği kürsüden
fırlayarak çıktı. Susuzluktan dili damağı kuruyanlar anlardı onun damlaya kavuşma sevincini.
Kendini dere yatağında buldu, yıllar önceki hâlini geri çağırmayı denedi. Çamura dokunup meşhur
senfoni eşliğinde seyretmek istedi cümbüşü. Başı eteklerde rüzgârın şamarını duyumsayarak
düşeyazdı. Bir Narkissos olmadan kendini, özünü seyretmek istedi. Sağ elinin en uzun parmağı
derede gezinirken o duyumsamak istediği ses yerine kulaklarında öğrencisinin sorusu at
koşturuyordu tıpkı dört bir nala yılkı atları gibi. ‘‘Hocam, ademoğlu ne zaman bir zeminde birlenip
kendi yansımasında yok olur?’’ Unutmak nimetini bile unutmuştu. Derede gezdirdiği parmağını durdurdu. Yansıyan yüzüne dikkatlice baktı. Duran dalgalarla berraklaşan suda gördüğü sessiz feryadını uçurmaya yetti.
O sevimsiz, alaycı, ebleh surat kendisine bakıyordu. Yüzünde aynı malum ifade. Tanışıklığından hiç memnun olamamıştı. Başını kaldırıp çektiği ahını bir dumanla gökyüzüne gönderdi. Adem artık verdiği kararın gereğince yansımalarda kayboldu.


