Metronun soğuk merdivenleri, günün yorgunluğuyla yüklenmiş insanları taşıyordu. Ağır bir koku sinmişti duvarlarına. İnsan yerin yedi kat dibine indiğini bu kokudan çözebilirdi. Henüz tam olarak akşam olmamıştı, istasyonun içinde vakit kavramı yoktu. Loştu, zaman kendini yok etmiş gibiydi. Adam merdivenlerin başında öylece hiç hareket etmeden duruyordu. Yuvasından çıkan basamak dişlerine takılmıştı gözleri. Hepsi aynı anda belli bir yükseltiye geldiğinde kendini tekrarlıyordu. Hayatın keşmekeşine kapılıp yol alırken, kimse onun trans haline geçtiğini fark etmedi. Omuzunda derisi yer yer dökülmüş eprimiş bir çanta, gözlerinde sıradan bir günün sıradan yorgunluğu vardı. İçinde anlam vermediği, hatta anlamak bile istemediği bir his fare gibi kemiriyordu tüm bedenini. Her şey sıradandı ama bu duygu değil.

Kalabalık adım adım aşağı iniyordu. Kadınlar, adamlar, çocuklar… İnsanların aklında bir sonraki durak, eve varabilme hayali, sıcak yemek, belki de birkaç arkadaşla hoş bir gece planı varken, onun aklında yalnızca yapacağı eylem geziniyordu. Sıradan bir çarpışma gibi başlıyacak, ama belki bir ömrü yarıda kesecek bir dürtü… “Şimdi,” dedi içinden. “Şimdi olmalı.”
Bir basamak önünde duran kadının topuzundan, boynunun inceliğini görebiliyordu. Uzun, beyaz paltosunun yakasını çekiştirip duruyordu kendisini titreten soğuğu kesmek için. Elindeki telefonlara bakıyordu insanlar kendini güvende hissederek. Ne garip kimse tehlike hissetmiyordu. İnsanlar birbirini geçmeye çalışırken bile hata yapmamayı öğrenmişlerdi.
Adamın başından ayak tırnağına kadar bir dürtü yükseldi o an. İçindeki o ses, ilahi bir emir gibi tüm hücrelerine hakimdi şimdi. Bütün vücudu dumansız bir ateşle yanıyordu.
“Sadece it. Kimse fark etmez. Herkes kaza zanneder. Bir çığlık… sonrası sessizlik.”
Bu sesin sahibi yoktu. Bedensiz, ruhsuz ve yüzsüzdü ama oradaydı. Emir veriyor, yönetiyordu. Uzun süredir onunla yaşıyordu. Otobüsten inerken yaşlı kadına çelme takmıştı bir gün. Market rafları arasında dolanırken de bir delikanlıya aniden çarpmış gibi yapıp düşürmüştü. Her defasında biraz daha büyümüştü sanki. İtme dürtüsünün kontrolsüz bir refleks haline geldiğinin farkında bile değildi. Bir şekilde düşürüyor ve asla yaptığından pişmanlık duymuyor, vicdan azabı çekmiyordu. Hatta dönüp arkasına bile bakma gereği duymuyordu.
Merdivenler azalıyor gibiydi. Kalabalık akıyor, o bir adım bile atmıyordu. İçindeki dürtü, diken gibi batıyordu yüreğine. “Bir adım,” diyordu. “Bir adım ve özgürsün.”
Adam hareket etmedi. Zamanlama konusunda hata yapmıştı. Kadın çoktan inip gitmişti. Kalabalıkla birlikte istemsizce hareket ediyordu. Ayakları yürümeye başladı, kalbi bir kuş gibi çırpınıyordu. İtmemişti. İçindeki huzursuzluk, başka bir gün, başka bir merdivende, o karanlık dürtünün yeniden nefes alacağını bildiriyordu. Çünkü kötülük eyleme geçmediği sürece, huzur yüreğinde kendine yer bulamıyordu.
O da bir zamanlar çocuktu. Kendini bildi bileli sesi, babasından önce odaya girerdi. Kapı kapalı olsa da, ses duvarlardan sızar, tavan arasından iner, halının altından yılan gibi süzülürdü. Bazı sabahlar, sesini duyar duymaz yatağın içindeki yastıkların arasına gömülürdü. Sesini yükseltmese bile, her kelime bir numara şiş gibi girerdi kulaklarından içeri. Tebeşiri elinden düşüren öğretmenin tahtaya bıraktığı tırnak cırtlaması gibiydi, onda bıraktığı his. Babası konuştuğunda, yanlış bir şey söylememek için nefes bile almazdı. Odasındaki karanlık dev bir karadeliğe dönüşüp adeta onu yutardı. Oyuncaklar sessizleşir, oyunlar öksüzleşirdi.
Koltukların altına saklanırdı bazen. Annesinin hiç konuşmadığı halde dudaklarının kenarından sızan kanı görür, öylece bakar, hiçbir duygusal tepki göstermezdi.
Yekta’ydı adı. İsmi hiç önemli olmamıştı. Zaten küçüklüğünden beri, adıyla çok az çağırılmıştı. Annesi ona seslenirken genellikle bağırır, babası küfürler savururdu. Bir evde büyümek başkadır, bir evin içinde büyüyememekse olay. Evde her şey soğuktu. Duvardaki boya, üzerine asılmış resim, hava. .. Asıl soğukluk, dokunulmayan, duyulmayan, fark edilmeyen bir varlık olmaktı. Tek çocuk olmasına rağmen yine de fazlalığını hissediyordu. Kimse ne yaptığını, ne düşündüğünü, duygularını sormazdı. İşte belki de bu yüzden çocuklar sorulmayan duygularını önce içlerine gömer sonra orada büyüyen boşlukla baş başa kalırlar. Yekta’da da aynısı oldu. Başlarda bu büyüyen şey bir arkadaş gibiydi. Kafasının içinde biri konuşuyordu. “Bir şey yap, farklı bir şey… o zaman seni fark ederler.” Ve çocuk, sırf görülmek için önce sıraya çelme taktı. Sonra karıncayı ezdi. Sonra kuzeninin oyuncağını parçaladı. Annesi ilk kez bağırdı. Babası ilk kez baktı. İlk kez görünür oldu. Yekta şunu öğrendi: Sevgi sessizdi, öfke yankılanıyordu. İçindeki o sesle büyüdü. İyiliğe karşılık kimse bir şey demiyordu, birini incittiğinde cümle alem dönüp bakıyordu. Kötülük sıradanlaşıyordu. Bir gün kendi kendine şöyle dedi: “Ben, ancak iz bırakarak var olabilirim.” O iz kanla, korkuyla, gözyaşıyla olursa daha gerçekti sanki. Yıllar sonra, bir metro merdiveninde durup bir yabancının sırtına bakarken, onun gözünün önünden geçen şey “şiddet” değil, “ben buradayım!” diye bağırmanın başka bir yoluydu. Yıllar öncesinden gelen sessiz bir çocuk çığlığıydı. Kötülük onun içinde doğmamıştı belki. İlgisizlik, değersizlik, görünmezlik içini bir mezar gibi oydu. Ve insan ruhu boşluk kabul etmezdi.
Evlerinin alt katında oturan yaşlı kadının, bastonuyla merdivenleri çıkarken “Düşersin evladım, kenarda durma,” demesi ilk kıvılcımı yakmıştı.
“Ya düşse… ben itsem mesela… ne olurdu?” İçinden gelen bu cümle bir düşünce değil, bir davetti, yıllarca bekledi. Düşünceler derinleşti, istek değişmedi. İnsanlar gelip geçti, birçoğu sadece uzaktan dokundu hayatına. Hiçbiri “yeterince yaklaşmadı”. Hiçbiri o “an” için uygun değildi. Ta ki o gün gelene kadar. Bir gün, evin balkonundan aşağıyı izlerken, alt kat komşularının köpeğini gördü. Gözlerindeki bakışı gözlerinde hissetti. O anda içinden yine bir cümle yükseldi. “Şimdi üstüne bir şey atsam, ağır bir şey. Altında ezilse ne olur?” Korktu kendinden. Koştu, odasına saklandı. O cümle, içinde bir yere kıymık gibi saplanmıştı. Sonraki günlerde o dürtü daha sık gelmeye başladı. Okulda, sırada otururken önünde oturan çocuğun ensesine kalem batırmak istedi canı. Sadece bakmakla yetindi. O isteme hâli… O sıcaklık… Bir karıncalanma tüm bedenini ele geçirmişti. Güç gibiydi. Onca aşağılanmışlıkla büyürken, cümleler de evrildi içerisinde. “Kimse seni anlamıyor, çünkü herkesten zekisin, bütün insanlar yalan söylüyor, sen haklısın” gibi. Birini incitmeden, bam teline dokunmadan gerçek dünyada var olamayacağını düşünüyordu sürekli.
Her eylemi gerçekleştiremese de hepsini hissetti. İçinde yankılandılar. Bir şehrin altında kalan eski bir mezar gibi, hep bir çatlak vardı orada. Her sessizlikte o çatlağın içinden bir şeyler tırmanmaya çalıştı. Tıpkı bir yanardağın patlaması gibiydi son sahne. İçindeki ateş, bir lav gibi yakarak yükseliyor, çıkmak için zamanını bekliyordu.
On yaşındayken de aynı istasyondaydı. Aynı merdivenin başında. Yıllar sonra kadının incecik boynunu görünce, balkonda duran, görünme isteğiyle yanan o çocuk yine çıkıverdi içinden. Geç kalmışlığına kızarken tırnaklarının avuç içlerine battığını hissetti. Öfke dolaşıyordu damarlarında, köksüz ve sahiplenilmemiş bir gazap gibi. İnsanlar normaldi, o değildi. Kalabalıklar yürürken aklında tek bir düşünce vardı. İtmek. Sanki herkesin arkasında durmak bir imkân sunuyordu. İçi karmakarışıkken bir şey açıktı: “Bugün olacak.” Adamın gözleri, hareket hâlinde olan her şeyi izliyordu. Bir kadın koşuyordu, bir adam telefonla bağırıyordu. Çocuklu bir anne asansörü bekliyordu. Tekrar yukarıya çıktı. Herkesin zayıf bir anı vardı. İşte… Nihayet onu gördü. Kır saçlı, ince yapılı bir adam. 85 yaşlarında gösteriyor, çoğu yaşlı gibi baston kullanmayı reddetmiş olduğu yavaş ve dikkatli adımlarından anlaşılıyordu. Kalabalığın dışında ve yalnızdı. Üstelik savunmasız. Yekta, merdivenlere onun hemen arkasından girdi. İnsanlar sağdan soldan geçiyordu. Ama bu ikisi… ikisinin arasında bağ kuruldu sanki.
Yutan bir sessizlik hakim oldu etrafa. Basamaklar aşağıya doğru inerken yaşlı adamın sırtına, ensesine bakıp duruyordu. Bakışları donuk ve korkutucuydu fakat kimsenin bunun farkına varacak zamanı yoktu. Ve bir ses , her zaman gelen o ses, bu kez çok netti: “Şimdi!”

İtti. Çok kuvvetli değil. Sadece bir denge bozmasının yeterli olabileceğini düşünmüştü. Yaşlı adam tökezledi, tırabzana tutunmak istedi. Eli kaydı. Öylece son basamağa kadar yürüyen merdivenlerle birlikte takılıp kaldığı yerden ayağa kalkmaya çabalayarak indi. Tiz bir çığlık duyuldu panikleyen bir kadına ait. İnsanlar yardıma koşuyorlardı. Yaşlı adamı merdivenlerden uzaklaştırdılar. Buldukları tabureye oturtup, bir şişe su verdiler eline. Yekta sadece film izler gibi izliyordu olanları. Güvenlik geldi. Görgü tanıkları kazaydı dedi. Yaşlı adam, “Tansiyonum çıktı herhalde” dedi. Çünkü her yükseldiğinde arkasından birisi itiyor hissini yaşıyordu. Adam bir kez daha başaramamış olmanın ıstırabını taşıyordu içerisinde. İhtiyar kafasını çarpmalıydı, ılgıt ılgıt kan akmalıydı soğuk zemine, annesinin dudak kıvrımlarından sızar gibi. Damar damar, iz iz. Eğilip o kana bakmalıydı. Renk geçişlerinde kaybolmalıydı. Kırmızıdan kahverengiye geçişini, duvarlara sıçrayışını görmeliydi. Yerdeki bedenin kim olduğunun hiçbir önemi yoktu. Çünkü mesele kişi değil, görünmeyeni görmekti. Kendi varlığı başka bedenlerin acısıyla büyürken, içinden fışkıran azabın boşluğu, huzurla dolacak, içindeki çocuk özgürleşecekti.
Yerin yedi kat dibinde başarısız bir cinayet girişimi daha yaşanıyordu fakat kimse farkına varamıyordu. Babasının sesi metro duvarlarından sızıyor, merdiven dişlerinin arasından bir yılan gibi tıslıyordu. Ve Yekta’nın görülmek isteyişiyle başlayan oyunu yavaş yavaş faili meçhul kusursuz cinayetlere doğru yelken açıyordu.



