Yazan: Yeliz Özge Toyman
“Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.”
Ahmet Hamdi Tanpınar
Ege’nin bereketli topraklarından yükselen ilkbahar kokusu, ruhunu kaplayan o ağır kederi dağıtamıyordu artık. Pencere kenarındaki saksılarda büyüttüğü pembe açelyalar bile sanki onunla birlikte susuyor, onunla birlikte soluyordu. Oysa bahar bir zamanlar içini içten içe kıpırdatan, her renkte bir umut saklayan bir mucizeydi. Şimdi ise doğanın o coşkulu uyanışı, kalbindeki boşluğu daha da görünür kılıyordu. İçindeki yaşam enerjisi, vazodaki solgun yapraklar gibi yavaş yavaş tükeniyordu.
Taş evin duvarlarına sinen sessizlik, yıllar boyunca örülmüş görünmez bir duvarın yansımasıydı sanki. Aynı evde yaşayan iki yabancıydılar. Hiç konuşulmamış cümlelerin, ertelenmiş kırgınlıkların, duyulmamış seslerin toplamıydı bu sessizlik.
Tolga, her akşam aynı köşeye geçiyor; televizyon karşısında uyuyakalıyor, yatak odasına hiç uğramıyordu. Sabah da hiçbir şey olmamış gibi kalkıyor, kahvaltısını yapıyor ve hızla evden çıkıyordu. Akşam döndüğünde karısının hazırladığı yemeği telefonuna gömülerek yiyor, sonra yine kanepesine çekiliyordu. Ne bir “nasılsın?” sorusu ne gözlerinin içine bakan bir sıcaklık ne de “buradayım” diyen bir dokunuş…
Evin içindeki her çiçek, Lale’nin söyleyemediği bir cümle gibiydi. Bahçedeki mor salkımlar, dile getiremediği sevginin ağır yükünü taşıyor; yıllar önce birlikte diktikleri begonviller ise aralarındaki mesafenin her geçen gün biraz daha büyüdüğünü hatırlatıyordu ona. Canlı renkler bile evin içindeki o buz gibi sessizliği ısıtamıyordu artık.
Tolga hep kaçıyordu. Belki içine attığı pişmanlıklardan, belki Lale’nin gözlerinde okuduğu o derin kırgınlıktan, belki de hiçbir şeyle yüzleşmeye gücü kalmadığından…Ama onun bu umursamazlığı, aralarındaki uçurumu daha da büyütüyor; Lale’nin kalbinde kapanması zor yaralar açıyordu. Bir zamanlar büyük bir sevgiyle kurulan yuvaları, şimdi ikisine de yabancı bir masal gibi geliyordu.
Bir öğleden sonra Lale, bahçeden topladığı renk renk çiçeklerle salona girdi. Tolga yine aynı kanepede uzanıyordu. Kadın, çiçekleri eski bir sürahiye yerleştirdi. “Bahçeden topladım.” dedi ürkek bir sesle.
Tolga kafasını bile çevirmeden yalnızca “hı hı” dedi. Ne çiçeklere baktı ne karısının yüzüne. Lale, olduğu yerde donakaldı. İçine çöken o tanıdık sızı, boğazında acı bir düğüm oluşturdu. Kendine söz vermişti artık. Bu ilgisizlik için üzülmeyecekti ama insan, anlaşılmamaya hiçbir zaman alışamıyordu.
Günler böyle akıp gitti. Bahar yaz oldu, çiçekler soldu. Lale’nin içindeki ışık da soldu. Evin soğuk sessizliği hiç değişmedi.
Bir akşam Lale, balkonda gün batımını izlerken kapı açıldı. “Tolga…” dedi, sesinin ne kadar yorgun çıktığını fark ederek. Tolga göz ucuyla bile bakmadan “Ne var?” dedi. Sesi metalik, duygusuzdu. Lale bir an durdu. İçinde yıllardır biriktirdiği cümlelerin hepsi boğazında düğümlendi. Artık gücü yoktu.
“Hiç… Hoş geldin diyecektim.”
Tolga sormadı. Merak etmedi. O yarım cümlenin ardındaki yarayı görmedi bile.
O gece Lale uzun uzun düşündü. Bu sessizlik daha ne kadar sürebilirdi, bu kaçış nereye kadar devam edebilirdi, kalbi bu kadar ağırlığa daha ne kadar dayanabilirdi? Dayanamayıp Tolga’ya mesaj yazdı: “Ne oldu bize, neden böyleyiz?” dedi.
Tolga’nın cevabı kısa ama ömürlük bir yaraydı: “Ne olduğunu bilmiyorum ama canım seni istemiyor Lale.”
Lale cevap yazamadı. Ne yazılırdı ki böyle bir cümlenin ardına? Gün boyu o sözün ağırlığıyla dolaştı.
Akşam küçük, yıpranmış defterini açtı ve titreyen parmaklarıyla son satırını yazdı:
“Tutunduğum dal sendin. Ama sen beni kendinden uzaklaştırdın. Sesimi hiç duymadın, kalbimde biriken onca çığlığı görmedin. Yirmi yılımızı geride bıraktık. Güçlü görünmeye çalışmaktan yoruldum artık. Sessizce tükenmekten de…”
Defteri masanın üzerine bıraktı. Sonra gözlerini kapadı. Evin o ağır, yıllardır süren sessizliğinde derin bir nefes aldı. Rüyasında belki eski günlerdeki gibi mutlu olacaktı yine.
Hayat belki de gerçekten bir rüyaydı. Esen rüzgârda bir tüy gibi hafiflemek, rüya rengine karışmak istedi sadece.
Editör: Fatma Karataş


