Yazan Ahmet İNCİ
Çocukluğumdan beri İsviçre’de büyümüş biri olarak, matematiğin kesinliği ve dijital dünyanın mantığıyla erken yaşta tanıştım. Bu yüzden kendimi çoğu zaman Z Kuşağı’nın erken bir versiyonu gibi hissediyorum. Zihnim doğal olarak şeffaflık, tutarlılık ve ölçülebilir gerçeklik arıyor. Bu bakış açısı ise beni duygusal ritüellere ve sosyal formalitelere karşı daha sorgulayıcı bir noktaya taşıyor.
Annemin arkadaşının kocasını sürekli “efendi şöyle, efendi böyle” diye yücelttiğini duyduğumda aklımdaki ilk çağrışım, duygusal bir kaynaktan çok katı bir kural setine (tarikat) duyulan bağlılıktı. Annem, eşinden bahsettiğini söylediğinde ise zihnimdeki denklem netleşti: Nezaket ve formaliteler, gerçek duyguların yerine geçmişti.
Bu sorgulayıcı mercek, bizi doğrudan Leo Tolstoy’un ölümsüz eseri Anna Karenina’nın kalbine götürür. Roman, bir evliliği dışarıdan ayakta tutan bu “efendi” maskelerinin, içerideki duygusal gerçeklik çöktüğünde nasıl bir programlama hatasına dönüştüğünü gösterir.


