“21. yüzyılın başlarındaki yorgun dünya, milyarlarca yıl kendi etrafında dönerken hiçbir şeyden çekmedi insan neslinden çektiği kadar. Bugün hâlâ Anadolu’nun kadim köylerinde elinde kazma kürek, ayağında şalvar başında yemenisiyle her gün nöbet tutarken izlediğimiz köylü kadınları kurtaracak dünyayı.“ diyordu, belgesel kanalında bir aşağı bir yukarı ağır ağır yürüyerek haber sunan alımlı spiker genç kız.
Canını sıkmıştı bu haber Erdal’ın. Kumandayı yavaşça elinden bırakıverdi. Anadolu, üç denizin yıkadığı, dağların göğe perde, ovaların sofraya ekmek olduğu topraklardı. Son zamanlarda oynanan oyunların artık neredeyse herkes farkındaydı. Tarım ve hayvancılık dünyayı yöneten gizli güçler tarafından bitirilmek isteniyordu. “İnsanı en güzel biçimde yarattık” dedikten sonra zeytine yemin eden yaratıcıya savaş açarcasına kıyılan zeytin ağaçlarının kesilirken çıkarttığı sesler yanı başından geliyor, ufolar konuşulmuyordu. Kendi ülkesinde bir damla bile yağmayan yağmurun, Suudi Arabistan’da sel olup çağladığını okuyordu internet haberlerinden.
İnsanlara korkuyu dayadıktan sonra şifa yerine zehir içiriyorlardı. Dünyayı ele geçirmeye çalışıyorlardı. İçi şişmişti yarına ne olacağını düşünmekten. Bir kahve içip bu düşüncelerden sıyrılmak istedi. Ayakları betonla çakılmış gibiydi. Hareket etmek istemiyordu. Vazgeçti, içinde hiçbir eylem için istek duymuyordu. Bakışlarını penceresinden gördüğü, belki de son çınar ağacına çevirdi. Yapraklarının kimisi sarı, kimisi yeşil ve tonlarını taşıyordu. Pencereden damla damla sular akıyordu. Üst komşusu çiçeklerini sulamış olmalıydı. Defalarca söylemiş ama vazgeçirememişti saksıyı oradan alması için. Zamanla eğlenceli hale de gelmişti. Yağmur eşliğinde klasik müzik dinleyerek hazanı yaşıyordu. Gözlerini kapattı, arkasına yaslandı kendini dinlemek, yenilenmekti niyeti. Birden kuş gibi hafifleyip fırladı yerinden. Merdivenleri hızla indikten sonra gök kubbenin altında zamanın dışına kurulmuş dev bir çadır gördü. Çadırın direği göğe uzanıyor, sanki göğün kendisi onunla nefes alıyordu. Keçesi yıldızlardan dokunmuş gibi ışıldıyor, her parıltı bir anıyı, bir sırra dair ipucunu fısıldıyordu. Çadırın çevresinde görünmez bir titreşim vardı; ne rüzgâr esiyor ne de yer kıpırdıyordu ama insanın ruhuna dokunan bir huzur hissediliyordu. Adım atmakla atmamak arasında insanı kararsız bırakan o ince çizgide uzun süre kaldı. Sonra yavaşça sürükledi ayaklarını. Yanılmamıştı. Çadır büyülüydü çünkü ne düne ne yarına aitti. İçine girildiğinde zamanın çözüleceği, seslerin yankı olmaktan çıkıp hakikate dönüşeceği, belliydi. Parıltıdan kamaşan gözlerini elleriyle ovuşturduktan sonra masa etrafında oturan sekiz kişiyi saydı bir çırpıda. Dokuz da olabilirdi, önemli değildi. Hepsini tanıyordu az çok okuduğu kitaplardan.
Oğuz Kağan’ı gördü önce gözlerinde sönmeyen bir ışık, sesinde çağların yankısı vardı. Yüzyıllar öncesinden gelmiş olmanın şaşkınlığı yoktu üzerinde. Yanında Asena; gümüş tüyleri, keskin bakışlarıyla güçlü ve kararlı bir duruş sergiliyordu. Aralarında fısıldaşırlarken birbirlerini de tanımaya çalışıyorlardı. Bir ara Oğuz Kağan’ın “Benim gücüm kılıcımdan almam. Yol gösteririm, adalet dağıtırım ama en çok kalbimle savaşırım. Senin gibi cesur ve bilge ruhlarla yan yana olunca ne karanlık gece ne fırtına bizi yıldıramaz. Birlikte çıkacağımız bu yolculukta başarıya ulaşmak kaçınılmazdır” dediğini duydu Erdal. İçine su serpilmişti sanki. Bu topluluğa bir ad bulmalıydı ama diğerlerini tanımadan erken olacağını düşündü birden. Gözlerini Asena’nın yanında oturan Alp Er Tunga’ya çevirdi yavaşça. Güçlü, heybetli duruşu vardı. Yüz hatları sert, bakışları derin ve kararlıydı. Omuzuna dökülen siyah saçları, gür sakalları tamamlıyordu. Birden kalın zırhı ve sert bakışlarıyla masaya yumruğunu vurdu.
”Topraklarımız kuruyor! Ormanlarımız kurban ediliyor! Eğer bu gidişe dur demezsek gelecek nesillerimizin nefes alacak göğü kalmayacak.” diye haykırdı. Alp Er Tunga’nın konuya ortasından girmesi söz konusu olamazdı. Demek ki Erdal gelmeden önce başlamıştı toplantı. Kimse onu görmüyordu. Seslenmeyi denedi, kimse duymuyordu da. Farklı sesler çıkartmayı denedi. Çadır’ın direğine yaslanmış bendiri gördü. Bir elinle tutarken diğer eliyle olanca hızıyla vurdu. Ne başını çeviren oldu ne de irkilen. Makus talihine razı olup bir kıyıcığa ilişiverdi. Film izler gibi seyretmek en akıllıca davranıştı. Manas’ın gür sesiyle ”Elimizden geldiğince rüzgar türbinleri kurduk, güneş panelleri diktik ama tek başımıza yetmiyoruz. Bu savaş artık sadece kılıçla değil akıl ve bilimle verilecek. Sürdürülebilir enerjiden vazgeçilmeyecek” dediğini duydu Alp Er Tunga’ya cevaben. Uzun sessizlikten sonra ayağa kalkan Dede Korkut, önce sakalını sıvazladı, ardından: ”Ey yiğitler! Atamızın öğüdü şudur: Yurt, doğanın dengesiyle kaimdir. Doğa ile kavga eden insanlığın sonunu hazırlar. Halkın kalbine inanç ekmezsek, hiçbir kurultay hiçbir teknoloji onları kurtaramaz.” dediğinde cesur Bamsı Beyrek’le, yiğit Alpamış, emre amade olduklarını anlatırcasına eğildiler: “Biz savaşırız ama düşman bu kez atlı değil. Silahlarımızı yeniden düşünmeliyiz. Bu savaş, halkın zihnine ket vuran yapay inançlarla olmak zorunda. Kılıçları olmayan verileri silah olarak kullanan algoritmik ordularla karşı karşıyayız. Kendimizi bilimle güncelleyip akılla hareket etmeliyiz. Dünyayı birkaç insanımsının mekanı haline getirmelerine izin vermeden gelecek nesilleri kurtarmanın başka yolu yok” diyerek yumruğunu hızla masaya vurdu Alpamış. Aynı anda masanın ortasında yanan külsüz, dumansız ateşin kıvılcımları yükseldi, gölgesinden Korkut Ata belirdi bembeyaz uzun saçlarıyla. Bilge kişiliğinin sesine yansıması hem fısıltı hem gök gürültüsü gibiydi: ”Ölümden kaçtım çağlarca gördüm ki ölümsüzlük doğaya ihanet etmeyenlerin yüreğinde gizlenmiş hazinedir. Eğer yeni bir din yaratılacaksa o din toprağı, suyu, rüzgârı kutsayan din olmalıdır. Yaptırımı güçlü, hükmü değişmez, değiştirilmesi söz konusu bile edilemez bir de kitabı olmalıdır.” Bu söz üzerine Asena ayağa kalktı, masanın çevresinde döndü. Kanatları çadıra sığmayacak kadar heybetliydi. Yanında duran kopuzu alıp, ateşe vurdu, kıvılcımlar göğe saçıldı. Her bir kıvılcım, gökte birer yıldız oldu. O an herkes anladı ki karar vakti gelmişti. Gökyüzü pırıl pırıldı. Oradakiler biliyordu; alınacak karar dünyayı aydınlığa çıkartacaktı.
Oğuz Kağan ayağa kalktı, elini ateşe uzattı: “O hâlde kararımız budur! Bizler bu çağın Ergenekon’undayız. Demir dağ bu kez karşımıza iklim krizi olarak çıkmıştır. Onu eritmek için kılıcımız bilim, kalkanımız bilgelik, yol göstericimiz doğa olacak. Her birimiz halkımıza dönüp bu sözleri taşıyacağız. İnsanlar birleşmezse insanlık yok olacak!” derken sorunun bölgesel değil küreselliğine dikkat çekiyordu. Masa bir an sessizliğe gömüldü. Sonra tüm kahramanlar, sağ ellerini ateşe uzatıp yemin ettiler. Ateşin alevi büyüdü, çadırın tavanını delip göğe yükseldi. Çağlar öncesinden gelenler binlerce yıl sonra yeniden aynı masada buluşup insanlığa yeni bir yol çizdiler. Yeni Ergenekon’a giden yolda iş bölümü yapıldı. Onlar düşünmek için zaman istemeyecek kadar kahramanlardı. Hepsi tek tek söz almaya başladığında Erdal cebinden telefonunu çıkarttı. Bunları kayıt etmek, elini taşın altına koymak istiyordu. Ses kayıt uygulamasını her açmaya çalıştığında karşısına rehber çıkıyor, düzeltmeye çalıştığında da ana ekran geri geliyordu. Telefonla uğraşırken konuşmaları kaçıracağı gerçeği aklına gelince hemen yanı başına bırakıverdi. Alp Er Tunga ayaktaydı. “Ben suyun bekçisiyim! Nehirler şirketlerin tekeline bırakılmayacak. Her nehir kendi yatağında özgür akmalı, akacak. Topraklarımızın kurumasını durdurmak için “Büyük Su Antlaşması” imzalattıracağım. Su kaynaklarımız adil ve sürdürülebilir paylaşılacak. Temiz suya ulaşmak herkesin hakkı olacak.” dedikten sonra sözü Asena’ya verirken hafifçe eğildi, saygı dolu bir reverans havası bıraktı. “Ben doğanın dilini bilirim. Ormanlar kutsal orman sayılacak hiçbir ağaç boşuna kesilmeyecek. İnsan, doğaya hükmetmeye değil onunla birlikte yaşamaya mecbur kalacak. Her yıl geniş araziler yeniden ağaçlandırılacak, yangın zararları telafi edilecek. Toplum, okullar ve sivil örgütlerle birlikte dikilecek ve bakılacak ağaçlarla gelecek kuşaklara miras bırakılacak. Mevcut ormanlarımız korunacak, yasadışı kesim engellenecek ve doğa dostu yönetimle orman sağlığı güvence altına alınacak.” diyen Asena, ‘herkesin bildiği kimsenin sesini duyuramadığı’ gerçekliğin Erdal’ın beyninde de yankılandığını bilmiyordu. Bu arada Manas’ın, Enerji Tanrısı kıvamında başladığı “Benim halkım rüzgârı, güneşi ve suyu ehlileştirdi. Artık toprağın altını değil göğün aydınlığını kutsal belleyeceğiz. Enerji tekellerini yıkacak, halkın kendi enerjisini üretmesini sağlayacağım ve adına yaraşır şekilde ismini ‘duru enerji’ olarak teyit edeceğim.” sözlerinden sonra “Ben halkıma yeni bir toy düzeni kuracağım. Devlet, halkın üstünde değil, halkın hizmetinde olacak. Kurultay her boyun söz hakkına sahip olduğu bir meclis olacak. Güç, tek elde değil, ortak akılda toplanacak” dedi Oğuz Kağan. ”Parmak hesabının galip geldiği sistem değil akılla ortak karara varan bir yönetim şeklinin emrine bırakacağım doğayı” sözleriyle de noktayı koydu.
Alpamış ve Bamsı Beyrek ikizmişlercesine aynı sözleri söylediler. Bu demek oluyor ki omuz omuza çalışacaklardı. Savaşçı olduklarını vurguladılar. Kılıç değil adaletle savaşacaklardı. Güçsüzün hakkını koruyacak güçlüye boyun eğmeyen adalet düzenini sonuna kadar destekleyeceklerdi. Erdal, günlerce uyku uyumayıp zeytin ağaçlarını korumaya çalışan gözleri yaşlı köylüleri, ağaçları evladı gibi gören yaşlı kadının çaresizliğini, toprakları ellerinden alınan mazlum köylülerin direnişlerini düşünürken Dede Korkut’un o sevecen sesi ortama dönmesinde tetikleyici olmuştu. ”Ben sözü saklayacak ve aktaracağım. Yeni nesillere, toprağı, suyu, göğü kutsal bilmeyi öğreteceğim. Din, doğaya düşman değil doğayla dost olacak. Ölümden kaçış olmadığını gördüm. İnsanlara ölümsüzlüğü değil anlamlı yaşamı öğreteceğim. Tapınaklar beton kuleler değil ormanlar ve bozkırlar olacak. Karanlık çağın korkularını kırıp yeni çağın ışığını göstereceğim. Ruhum gök ile yer arasında köprü olacak.” Çadırın en kuytu yerinden bir ses yükseldi. Başından sonuna bu kurultayda sessiz kalmış gerçeğin sesiydi o. Karanlığı gölgesinden bile fazlaydı Erlik Han’ın. Ayağa kalkıp masaya doğru her attığı adımla yer sarsılıyordu. “Siz sanıyorsunuz ki insan açgözlülüğünden vazgeçecek. Ben onların hırsını, kibrini yönetecek hiçbir yaptırımda bulunmadım çağlar boyunca. Yaşadıkları hiçbir felaketten ders çıkartmadıkları gibi gittikçe daha da cüretkar olup yağmurları yağdırmayı, depremlerle dünyayı sarsmayı bile başardılar. Tanrıların görevlerini insanlarda görür olduktan sonra mitoloji mi gerçek, insan mı demekten bile kendimi alamadığım zamanlar oldu. Artık ben onların eylemlerine hükmetmiyorum. Bu savaşı kolay kazanamayacaksınız. Pes ettiğinizde ben orada olacağım.” dedikten sonra başını öne eğerek çadırdan dışarı çıkmaya çalışırken Oğuz Kağan’ın sesi ortalığı çınlattı. “Evet, sen hep olacaksın ama biz de hep olacağız! İnsanlık kararını verirken seninle ve avanenle de mücadele etmeyi öğrenecek.” sözleriyle meydan okuyup bir ritüeli sona bağlayan eylemi gerçekleştirmek için elini ateşin üzerine koydu. Diğerleri de aynı hareketi yaparken ellerden kule oluşturup “Yeni Ergenekon Yemini”ni ettiler: “Her ne pahasına olursa olsun iklimi koruyacağız, ekonomiyi halka vereceğiz, siyaseti adaletle yürüteceğiz, dini doğayla bütünleştireceğiz. Yalnızca kendi halkımız için değil tüm insanlık için ant içeriz.”
Güneşin kızıl ışıkları, kurumuş nehirlerin üzerinde soluk bir ayna gibi parlarken Yeni Ergenekon kahramanları, ormanları tekrar yeşertmek için yürüdüler. Gökyüzü aniden karardı. Uçsuz bucaksız bir duman bulutu yükseldi ve gölgelerden Karbethor belirdi: Devasa boynuzları gökyüzüne değiyor, nefesinden sis bulutu fışkırıyordu. “Yeşili korumaya mı geldiniz?” diye kükredi, sesi boşlukta yankılanıyordu. “Ben, iklimin kaosu, her ağacı kurutan ve nehirleri siyaha boyayan güç, sizin çabalarınızın boşa çıktığını büyük bir zevkle izleyeceğim. Erlik han sadece ehveni şerdi. Artık mücadeleniz onun yetmediği yerde benimle olacak. İnsanlar rüzgarların şiddetini kırmayı, suyu-toprağı zehirlemeyi, İklimleri değiştirmeyi başardı. Gökyüzünü zehirleyip nefes alma hakkını bile yok ettiler. Şimdi de güneşi gölgeleyecekler çünkü küresel elitler böyle istiyor. Yani bir avuç insan aslında Karbethor’un rolünü oynuyor. Engel olamayacaksınız. İnsanlar gökyüzüne bakacak ama artık orada kendi güneşlerini değil “üst aklın” ayarladığı ışığı görecekler ve ben camdan kulemde sizleri izliyor olacağım.” dedikten sonra koyu gri bir helezonun içinde kaybolup gitti. Kahramanlarda yaprak oynamamıştı, yılmadılar. Onların da büyülü fidanları ve tüm dünyaya yetecek inançları vardı. İyiler hep kazanırdı. Büyülü fidanlarıyla bir ayin ritüelinde incitmekten korkarcasına anı uzatmak istercesine tarihe kazırcasına toprağa dokundular, gökyüzünü temizleyen kendi rüzgarlarını çağırdılar. İlk fidan çadırın kapısına dikildi. Karbethor’un ardında bıraktığı dumanlar yavaş yavaş dağıldı, güneş yeniden parlamaya başladı. Her bir fidan bin oldu. Rüzgar yapraklarını savurdukça kurumuş topraklar yaşam buldu. Üst kattaki komşu çiçeklerini suluyordu güneşli günde ve “Yeni Ergenekon Destanı” yemyeşil bir sayfaya yazılıyordu. İnsanlar, artık tek tek halklar olarak değil soy olmak için birleşecekti. Asena Afrika’da ormanların, Asya’da bozkırların, Avrupa’da nehirlerin, Amerika’da dağların gölgesinde yol gösterecekti. Kahramanların artık vedalaşmak zamanı gelmişti. Başka alemlerde başka demir dağları eritmek için yola revan olmak üzere sözleştiler. Dede Korkut bir söz bırakmadan gitmek istemiyordu; “Demir dağı eriten körük değil halkın yüreğinde yanan ateştir.” diyerek ilerlerken sesi boşlukta yavaş yavaş kayboluyordu. Erdal çadırda yalnızdı şimdi. Görüp şahit olduklarına inanamıyordu. Kayıt da yapamamıştı. Kime ne anlatsa deli muamelesi görecekti. Bir kahve içip kendine gelmesi gerekliydi. Ayakları beton gibi uyuşmuştu. Bu kez salmayacaktı kendini. Zorladı. Şimdi bir de ağrı eklenmişti bacaklarına. Eliyle dizinin arkasındaki acıyı hafifletmek için kıpırdanınca pencereden süzülen damlaları ve hazan kokan çınar ağacını fark etti.
Açık kalmış televizyondan alımlı spiker genç kızın sesi geliyordu “Ekranlarınızı kapatmadan önce, gökyüzüne son bir kez bakın… Doğa bizden haber beklemiyor, bizden karar bekliyor. Bir dahaki yayında dünyanın hâlâ nefes alıyor olması dileğiyle” diyerek izleyiciyle vedalaşıyordu.


