Yazar Birsen Aca
Siz benzersiz öykülerin baş kahramanları, akılda kalmak bütün çabanız. Bir farklı olma tutkusu, bir kusursuzluk illeti, çoktan çoğu istemeler, eksik aramalar, beğenmemeler… Kusuruma bakmazsanız ayıp edersiniz, sahici insanların aleladeliklerini size tercih ederim. Manaya kör gözlerinizin basit ve sığ bulduğu, olduğu gibi, ne eksik ne fazla, gösterişsiz hikâyelerin iddiasız ama insan gibi insan kahramanlarını seviyorum ben. Sahici olmak da iyi olmak gibi yürek ister yalan dünyada. Derinlerde ödenen bedellerin batıkları. Ne öyküler yazılmıştır üstüne ve her öykünün bir mutfağı vardır.
Mutfak…
Üç tarafı pencerelerle çevrili olduğu hâlde, günışığının içeri girmeye yol bulamadığını, beklemiş lavanta çayı, sigara izmariti, boş şişelerden ortalığa yayılmış anason kokusunun, evin sözde evcil hayvanı, kertenkeleden hallice sakallı ejderin teraryumundan gelen sidik, nemli toprak, çürük sebze kokusuyla karıştığını mutfağın büyük sarı kapısını açınca fark eden Melek, bir öğürme refleksinin arkasından sıkı sıkıya kapatılmış panjurlara doğru koştu. Kavun sarısı şeritleri yukarı çekerken söylendi:
“Sabahladın, bari temiz bırak! Şu hâle bak leş olmuş, leş! Kapıyı, pencereyi sıkı sıkı kapatmak adeti de yeni peydah oldu.”
İçeriye aceleyle giren ışık, davlumbazın yaslandığı ayna karolara çarpıp sıradan ama derin bakışlı gözlerini alınca sağ kolunu yüzüne siper etti. O anda gördü kıyatmadan aklayıp pakladığı mutfak cıfıt çarşısına dönmüş. Tezgâhın üzerinde boş bardaklar, devrilmiş şişeler, ısırılıp bırakılmış meyve dilimleri, çikolataya bulanmış tabaklar; lavaboya atılmış izmaritler, yarıya kadar boyaya bulanmış fırçalar; yerde, ayağının ucunda renkten renge girip öylece kalmış resim paleti, buruşturulup fırlatılmış kağıtlar, devrilmiş şövale…
Yine atölyeyi buraya taşımıştı hanımefendi. Her zaman olsa için için öfkelenir, eli ayağı titrer, bir taraftan temizler, bir taraftarı ağlardı. Boyalı parmaklarla dokunulmuş beyaz mutfak dolaplarına bile aşırı tepki vermedi. Masanın üstünde duran büyük, bakır tabağa meyveleri yerleştirirken yüzü pembe pembe, gözleri kıpır kıpırdı. Ne Beyaz Hanım’ın yattığı yerden yangın görmüş köşklü gibi “Meleeek! Kahvemi getir çabuk! Çatlıyo başım!’ diyerek bağırması ne de yirmi yaş büyük olduğundan yönetme hakkına sahipmiş gibi buyurgan, şeytanın yattığı yeri bilir, ablası Perihan’ın telefon edip “Çabuk aç televizyonu. Müge Anlı’dayım. En önde oturacağım bundan sonra. Duy duy! Ünlü oldum, ünlü! Sen orda pinekle dur!’’ lakırdılarından müteşekkil Perihan güzellemesi sinirlendirmişti onu.
Sonsuz bir hoşgörüyle hanımının kahvesini götürdü, hatta “Benim hanımım iyi kadındır, yardım severdir, merhametlidir. Ayılamadı, böyle bağırmaz ki hiç.” dedi merdivenleri çıkarken kendi kendine. Bu düşüncelerin doğruluk payı da vardı, iyi kadındı Ressam Beyaz. Bütün tuhaf zevklerine, dağınıklıklarına, çılgınlıklarına, aşırılıklarına rağmen! Acayip şapkalar takardı kafasına. Rengarenk giyinirdi mesela. Önceleri adının Beyaz olmasına çok şaşırırdı Melek. Öğrendi ki beyaz ışık bütün renk tayflarının karışımıymış. O ise sadeliği severdi. Renkleri kararınca kullanır, abartıdan nefret ederdi. Kendine ait bir evi olsa keşke olsa! Nasıl düzerdi?
En çok mutfağına özenirdi, dolaplar bembeyaz olacak ki bakınca insanın içi açılsındı. Ahşap sıcaklığı dokunmalıydı insana, bahçeye bakan pencerenin yanına kurmalıydı birinci kalite ceviz masa takımını. Üzerinde zarif beyaz bir porselen vazo, içinde hep taze çiçekler olmalıydı. Duvarların rengi denize çalan yeşil, tezgâh arkası ve yerler açık vizondu. Aydınlık, sade, temiz, eşyalar ve renkler tam kararında. Kahveyi bile orta şekerli içerdi hep. Ne eksik ne fazla! Beyaz’ın espressosu, Perihan’ın sadesi ona çok acı gelirdi. Bir de kahveyi nasıl içtiğini kimsenin bilmemesi.
On yedi yıldır bu aileye, son beş yıldır sadece Beyaz’a hizmet ediyordu. Annesini kaybettiğinin haftasında lise üçüncü sınıfta iken ablası başına kalmasın diye, onu Demirhanların villasına çalışmaya vermiş, büyük bir yükten kurtulmuştu. O gün bu gündür, bu ailenin her işini görmüştü. Diğer çalışanlarla bir tutulmasa da aileden olmadığı daima ayrıntılarda hissettirilmişti kendisine.
Beyaz’ın çocukluğunu biliyordu. Melek’in beş yıl önce doğması, küçük hanımın her şartta ondan büyük olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. O sadece Melek’ti. Melek Hanım ya da Melek abla değil, sadece Melek! Ona verilen, lütuf; beklenen iliklerine kadar minnetti. Ama bu sabah her şeyi, kırgınlıklarını, yorgunluğunu, saçındaki akları, her şeyi unutmuştu. Bir hâl vardı üzerinde, tatlı bir hâl. Ayağının altında gezinip duran bir türlü hazzedemediği Palet’i bile sever gibi oldu.
Hayvan kızcağızın bacaklarının arasından yeşil sandalyenin üzerine atlayınca renk değiştirdi. Bu bile hoş geldi gözüne! Hiç izlemediği hâlde ablasının söylediği programı açtı. Ekranda ne kadar şişman görünüyordu Perihan! Yarım bir kahkaha patladı boğazından. Ne olursa olsun, ablasıydı. Utandı yaptığından. Kardeş kardeşin etini yemiş, kemiğine kıyamamış derler. “Kızsam da kırılsam da ablamdır, severiz birbirimizi.” sözleri kalbini ısıttı. Ne güzel bir sabahtı!
Sabah güneşinin böyle büyülü bir etkisi vardır. Sakinleştirir, tazeler, gülümsetir. Yeni bir günün güzelliklere gebe olduğunu kulağınıza fısıldar durur. Eğer âşıksanız…
Önceki gün...
Yıldızları bir türlü barışmayan, birbirlerinden hiç hazzetmeyen, bunu sözle değil ama hâl ile her fırsatta dile getiren Beyaz ve Perihan’ın yol arkadaşlığında, Kapalıçarşı’nın altının üstüne getirildiği; uzun, sinir bozucu, bir o kadar da yorucu bir günün kasvetini, bir çift parıltının dağıtacağını nereden bilebilirdi Melek. Beyaz Hanım’ın alacağı antikalar için önce Kapalıçarşı’yı arşınlamış, sonra Perihan’ın tuhafiye merakından Kürkçü Han’ı, Şark Han’ı, Hürriyet Çarşısı’nı, Mercan Yokuşu’nu dükkân dükkân dolaşmışlardı.
Melek’in ayaklarına kara sular inmişti. Yorulmak bilmiyordu bu kadınlar. Beyaz, otantik ne bulursa âşık oluyor, saatlerce bir dükkânda oyalanıyor, Perihan her malı beğenmiyor, inceledikçe inceliyor, beğenecek gibi olduğunda da esnafla pazarlıkta anlaşamıyor, tartışıp çıkıyordu.
Az kalsın bayılacaktı Melek. “Hanımefendi şoförü çağırayım mı? Yoruldunuz.’’ dedi bir ara ama Beyaz hiç oralı olmadı. Şark Han’ı ikinci defa dolap beygiri gibi dolandıktan sonra Uzun Çarşı Caddesi’ne, oradan yokuş çıkarak Bakırcılar’a ulaştıklarında ikindiyi geçmişti. Hanımefendi “Bakır ıvır zıvır alacağım.’’ diye tutturunca yan yana dizilmiş, kapı önlerindeki envaiçeşit bakır tepsi, kazan, levha, nargilelik, lokumluk, cezve, sahan, semaverden görünmeyen dükkânlardan birine rastgele daldılar.
İçerde çekiç sesleri. “Eyvah!’’ diyordu içinden Melek, ‘’Biz bugün buradan çıkamayız .”Kapıdan girer girmez eşyaların arasında kayboldu hanımefendi. Perihan’ın hiç bitmeyen organizasyon işleri… İçerinin yarı aydınlık havası boğucu gelince dışarı çıkmaya yeltenen Melek’in gözleri, işte o anda pervane böceği misali iki ateşin parıltıya takıldı kaldı.
Gördüğü neydi, kimdi? Neredeydi, zamandan ve mekândan sıyrılmış mıydı? Ürkmekle hayran olmak arasındaydı. İşte orada hâlâ, tam karşısında. Önceden tanıyormuş gibi, onu hep seviyormuş gibi. Karanlık yok olmuştu. İçeriyi aydınlatan adamın gözleriydi, anlamıştı. Bakışlarında bir ima… Evet, o da mıhlanmıştı.
Halim Usta neye uğradığını şaşırmış, eli ayağına dolaşmış, konuşmayı, yürümeyi unutmuş gibi öylece kalakaldı. Tavrındaki ergen heyecanı ve acemiliği daha önce hiç tanışmadığı bir duyguyla çırpınıp duran kalbinin uçup gidivereceğini sanmasındandı. Uzun zamandır hayatının hiçbir yerinde onun da kısmetli, şanslı olduğunu hatırlatan durum, olay, kişi, nesne olmamıştı. Ama bu güzellik! İnanamıyordu, karşısındaydı, ona bakıyordu. İlk defa kendi varlığından haberdar oldu.
“Başım dönüyor, biraz.’’ dedi dışarı çıkınca Melek. Perihan atıldı:
“Tutuldun mu kız yoksa! Halim Usta mıdır, nedir? Hiç gözüm tutmadı onu. Bana bak kız! Adamın bakışları bakış değil, ben diyim. Yanına yakınına uğrama sakın! “
Yol boyunca söylendi durdu Perihan.
“Yok bakır ustasıymış, yok dükkân baba yadigarıymış. Bir başına yaşayıp dururmuşmuş. Bize neyse! Yürüyüşü de bi’ tuhaf. Kolundaki yanık izlerini gördünüz mü? Kim bilir ne işler karıştırırken oldu. Böylelerine güvenmeyeceksin. Millette varlıklı ata var anam. Bizde nerede? Çulsuz geldiler, çulsuz gittiler bizimkiler. Sakın ha, uyarmadı deme bak! Gözleri de fel fecir okuyor şerefsizin. “
Beyaz Hanım arabanın koltuğuna yayılmış müzik dinliyor, Perihan ve konuştuklarıyla hiç ilgilenmiyordu. Melek zaten orada değildi, hiçbirini duymadı.
O gün...
Bakır dükkânının önüne geldiğinde öğleni geçmişti. Giyinirken rüzgârı hesaba katmadığına üzülse de güzel hissediyordu. Ortadan ayrılmış, koyu kumral saçları rüzgârın akışında; ara ara küçük, beyaz çiçekler serpiştirilmiş yumuşak pembe viskon elbisesinin etekleri uçuş uçuştu. Bir gülümseme takılı kalmıştı yüzüne. Sessizliğinin içinde kaybolduğunu sandığı sesine kulak vermişti Melek, tebessümü ondandı. Kimseden bir emir, uyarı beklemeden sadece kendi içindi gelişi. Gülümsemesi yüzünün en güzel süsüydü. Ne kadar duruydu! Ne eksik ne fazla! Sadece o!
İki ışık saçan ateşin parlaklığın bir sesi olduğunu, “Kahvenizi orta şekerli içiyordunuz değil mi?’’ cümlesiyle fark etti, sevilmeye değer olduğunu da…
Editör: Çağlar Didman



1 Yorum
Sadeliğin gücünü ve kendi değerini fark etmenin güzelliğini anlatan, akıcı ve duygusal açıdan doyurucu bir öykü okudum. Teşekkürler.