Yazar Ertan Armağan
Sıcak bir havada uyuduğum kumsalda, yüzümü yakan güneşten dolayı gözlerimi yavaşça açarken kuşların cıvıltısını, sahile vuran dalgaların sesini duyuyor; bir yandan cep telefonumun, cüzdanımın, kitabımın çalınmış olma ihtimali karşısında paniğe kapılıyorum. Ilıca Koyu’nu arkamda bırakıp dün geceye dair hatırladığım son anların geçtiği tepeye doğru tırmanmaya çalışırken soğuk terler döküyor, hatta böbreklerimin dahi çalınma olasılığının aklıma gelmesi ile vücudumun kontrolünü bir anlığına kaybedip bağırıyordum. Oh! İyiyim çok şükür. Sadece çok açım. Dün gece ne oldu? Vücudumda kan yok. Birisi bana vurup bayıltmamış, kimsenin verdiği bir yiyeceğe veya içeceğe dokunmadım.
Çağrı ile Halil İbrahim neredeler peki? Onlar, Çeşme sokaklarında gezelim dediklerinde, ben yıllardır ziyaret edip dualar okumak istediğim mezarın bu kadar yakınına gelmiş olmanın heyecanına kapılıp Çağrı’nın arabasına el koydum. Olamaz, anahtar nerde? Arabayı kaybettim. Çocuk yeni aldı üstelik onu, ısrarlarımdan yıldı. “Dağ, tepe tepinmeye gelmedim.” dedi. Sağ olsun arabayı verdi, “Yarım saatte gelirim.” dedim. Onlar kafeye gitmişlerdi, hatırladım. Şimdi beni arıyorlardır. Üç yıl para biriktirdi çocuk, arabasını bulamazsam, kendimi affetmem. Herkesten borç alıp telafi etmeliyim. Bence bütün eşyalar mezarın orada kaldı. Bir şekilde uyuyakalıp daha önce farkına varamadığım bir uyurgezerliğin etkisiyle sahile gidip sızdım. Ancak alkol kullanmayan ben, nasıl olur da hâlâ sarhoş gibiyim? Çekik gözlü, yaşlı bir adam gördüm sanki rüyamda, değişik bir sazı vardı. Tepeye vardım. Günün bu saatinde manzara ne kadar güzel. Dağlar iki taraftan kollarını uzatmış gibi, toprak denizin bir parçasını göğsünde tutarken ağaçların yeşilliği ile suyun maviliği dans ediyor sanki. Bir saniye! Mezar nerede? Ya ben delirdim mi? “Akıl Oyunları” filminde böyle olmuştu. Ancak, olamaz ben o kadar zeki değilim. Allah’ım yardım et! Şizofreni için ciddi bir zekâ gerekmez mi? Ben sıradan bir insanım, hasta olamam. O ne? Eğilmesem mızrak saplanacaktı. Şaka mı bu? Süvari geliyor üzerime.
Arazi engebeli olduğu için kayalıklara kaçmam lazım. Büyük bir kaya parçası buldum. Kalbim çok hızlı çarpıyor. Bu adam cirit oyuncusu galiba, güneş arkasında, üstünü başını pek seçemiyorum. Seri katil mi yoksa? Olamaz, ok fırlatacak. “Duuur! Ben sadece Bey’in mezarını bulmak için geldim.” diye bağırdım. Arkamdan gelen başka bir adamı fark edememişim. “Soytarı herif! Bey’imiz öldü mü ki?” dedikten sonra elinin ağır olduğunu yediğim tokadın ardından yere kapaklanırken anladım, ancak çoktan dünyam karardı.
At arabasında taşınan eşyaların arasında şiddetli bir baş ağrısı ile uyandığımda içinde bulunduğum gerçeküstü boyuta düşündüğümden fazla uyum sağlamamın neticesinde bir parol bulamayacağımı biliyordum. Beni, bayıltan insan azmanının atların ipini tutan devasa ellerini gördükten sonra, hayatta kalabildiğim için şimdilik şükrediyordum. Etraftaki konuşmalardan anladığım üzere, beni Kuman casusu zannetmişler. Öyleyse İzmir, Sakız, Midilli hatta Çanakkale taraflarının fethedildiği; Bey’in müttefiki olan Peçeneklerin ise Kumanlar tarafından tarumar edildiği dönemde bulunuyorum. Peki, neden bu zaman dilimindeyim? Galiba, misyonumun ne olduğunu anladım. O adam bana: “Denemek ister misin?” demişti geçen gece. Arabanın sarsıntısından organlarım yer değiştirirken kısa süreli bir mola sırasında, süvarilerin aralarındaki konuşmalardan Bey’in şairleri çok sevdiğini, tesadüfen öğrendim. Tarihi kaynaklarda yazmayan bir detay bu.
Konstantinopolis’te, İlyada’yı Grekçe kitaptan okuduğunu biliyorum. Bu açıdan mantıklı. Sızlanmamalı, onlara yük olmadığımı göstermeliyim. Elbet, karşıma bir fırsat çıkacaktır. Şu durumdayken bile içim rahat değil. Benim eşyalarımın kaybolması önemli değil, arkadaşın arabasının başına inşallah bir şey gelmemiştir. Beylerinin iyiliği, Türk’ün istikbali için tek kurtuluş yolu olan adamı, yani beni paçavra gibi arabanının arkasına tıktılar. Turşuya döndüm resmen. Esas ağrıma giden konu bu. Bey’i ikna edersem hesaplaşırım bunlarla.
Tekrar düşününce iyi bir fikir değil bu. Hem adamlar savaşçı, benim gibi bilgisayar başında oyun oynayarak düşman öldürmüyorlar. Bizatihi, şövalye falan kesiyor bu adamlar. Hatta denizde Bey’i yenemeyeceğini anlayan Bizans donanmasının karaya bıraktığı, içinde Avrupalı zırhlı süvari şövalyelerin bulunduğu orduyu ok atışları ile perişan edenlerin bir kısmı, şu an etrafımdadır belki. Yok, bunlara bulaşmam ben.
Mola sandığım duraksamaların amacının, askerler tarafından; civardaki yerleşim yerlerinden çeşitli erzak, malzeme toplanıp yeni bir sefere hazırlık yapılması olduğunu biraz geç anladım. Bu hareketin Çanakkale’de bulunan Abidos’a doğru yapılacağını idrak ettiğimde, Sultan’ı görebilecek olmanın heyecanı ile içimde fırtınalar koptu. Hava kararmaya başladığında, süvarilerin sayısı artıyor, onlarca at arabası bayır aşağı iniyordu. Deniz kokusunu hissettiğimde, öngörülerime dayanarak İzmir limanına geldiğimizi anladım. Beni bayıltan asker, ellerimi ayaklarımı çözdüğünde, bir süre yürümekte zorlandım.
Bey’in ordusunda komutan olduğunu zannettiğim birisinin yanına getirildiğimde, etraftaki çadırların çoğaldığını, gemilere yüklemeler yapıldığını gördüm. Komutana, benim casus olabilme ihtimalim söylendiği sırada, uzaktan kırçıl sakallı Bey’i gördüm. Tek şansım, bu anda gizliydi. Asker ile komutanın hakkımda verecekleri hükme bel bağlayamazdım. O ana kadar sessiz kalarak onları zararsız olduğuma ikna etmenin verdiği fırsat ile Bey’e doğru hızlı adımlarla ilerlerken bağırıyordum: “Çaka Beeey! Çaka Beeey! Sen ki koca Roma’yı ortadan kaldırmak istiyorsun. Malazgirt’te savaştın.” O sırada, daha önce beni bayıltan askerin hamlesinden eğilerek kurtulduktan sonra haykırmaya devam ettim: “Danişmend Gazi ile savaşırken esir düştün.
Konstantinapol’de yaşadın. İlyada’yı okudun. Türk’ün ilk donanmasını kurdun.” Üzerime iki asker daha gelirken Çaka Bey bağırdı: “Bırakın çocuğu. Gemime getirin.” Bey’in dikkatini çekmeyi başardığım bu hamle sayesinde, tarihin akışını Türk’ün lehine değiştirebilecek bir kararlığı gösterebilmenin mutluluğunu yaşayarak askerler tarafından kamaraya götürüldüm.
Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi, Mete Han’ın tahta çıkış senesi olan MÖ 209 olarak kabul edilirken Türk Deniz Kuvvetleri’nin kuruluşu, Çaka Bey’in İzmir’de ilk donanmayı kurduğu yıl olan 1081’le bağdaştırılır.
İşte, o büyük Türk’ün odasındaydım. Dizlerimin titremesine engel olamıyor, kulaklarımın yandığını hissediyor, ellerimi nereye koyacağımı bilemiyordum. Cesaretimi toplayıp Bey’in elini öptüm. Yanımdaki askerler dışarı çıktı. Çaka Bey, oturduğu döşekten beni dikkatlice incelerken neler söylemem gerektiğini düşünüyor, bir hata yapmamak için sadece yere bakıyordum. Kalın sesiyle konuşmaya başladığında istemsiz bir rahatlama hissettim. Bey, “Senin Kuman casusu olduğunu söylediler. Bu kesinlikle doğru değil. Bizden birisin sen. Lakin buralara ait olmayan bir tarafın var. Adın Ertan’mış. İlk defa duydum. Bu kadar şeyi nasıl biliyorsun? Hangi boydansın? Ne istiyorsun? Anlat bana evladım.” dediğinde bir gece önce rüyamda gördüğüm adamın söylediği bazı sözler, zihnimde yenice belirdi. Bey’i olacaklara karşı uyarabilme şansım olacak, ancak gelecekten geldiğimi, ileride yaşanacakları doğrudan söylersem anında kendi zamanıma geri döneceğim.
Sözlerimi, ince bir ipte yürüyen cambazın hassasiyetinde seçmem gerektiğini bilerek cevap verdim: “Ey Ulu Bey, beni dinlediğin için sana minnettarım. Ben bir şairim, ozanım. Afşar Boyu’na mensup olduğumu biliyorum sadece. Ailemi tanımadım hiç. Horasan’dan buralara doğru dolandım, durdum. Çok yer gördüm, gezdim. Âlimlerle, alperenlerle, ermişlerle tanış oldum. Az konuştum, çok dinledim. Şimdi, müsaaden olursa senin gibi feleğin çemberinden güle oynaya geçebilmiş birisine karşı haddim olmayacak şekilde, bazı lakırdılarım olacak.” Söylediklerimin Bey’in dikkatini çektiğini görebiliyordum. Aç olduğumu anladıktan sonra önce yemem için öteberi getirtti. “Seni dinleyeceğim. Bir konu dikkatimi çekti, şairim diyorsun. Oku bakalım sözlerini.” diyen Bey’in sesindeki ciddiyetten, kararsızlık karşısında sabırlı davranmayacağını anladım. Akıl edemediğim bu istek karşısında, sırtımdan soğuk terlerin boşaldığını hissettim.
Vakit kazanmam gerekiyordu. “Bey’im, askerlerin beni çuval gibi taşıdılar, sağ olsunlar. Bir lokma ikram etmediler, o kadar köye gittik. Mızrak fırlattı biri, diğeri enseme gâvura vurur gibi tokat indirdi. Bir gündür açım ben. Önce karnımı doyursam iznin olursa?” dediğimde tebessüm eden Bey, eliyle yememi işaret etti. “Esaret kötüdür oğlum. Bilirim. Lakin yalan söylüyorsan kellen gider. Savaş arifesindeyiz. Hata yapamayız.” dediğinde, karnımın doyması ile harekete geçen hayatta kalma içgüdüm, aklıma parlak bir fikir getirdi. Nasıl olsa doğumuna en az üç yüz yıl var. Kimse anlamaz bu sözlerin ona ait olduğunu. Gözlerimi kapatarak okumaya başladım:
“Gafil olma aç gözünü, haline bak öleni gör,
Kürelik etme dünyada, yazıkların dileni gör.
Nice yatıp da düşeni, yılan çıyan üşüşeni,
Kemikleri çürüyeni, mezarında yatanı gör.
Kimi ah edip kılar zarı, günahtır elinde varı,
Göçmüş yatar kara yeri, miskînleri güleni gör.
Sorma halin kimisine, varma Irahman’sızına,
Kimisine gövdesine ulaşıp yen yolanı gör.
Hanı Muhammed Mustafa, hüküm etti Kâf’dan Kâf’a,
Dünya kime kıldı vefa, aldanıp da kalanı gör
Aldanma mala davara, kulluk eyle Hakk’a yara,
Sevgi ile bile vara, baki yoldaş olanı gör.
Ertan bu sözleri çatar, halka marifetin satar,
Kendisi ne kadar tutar, söylediği yalanı gör.”


