Semra Çavuşoğlu
Deniz, odasında birkaç farklı yere mum yakıp koydu. Bu loşluk zihninin karmaşasını daha iyi yansıtıyordu ona. Bunun farkındaydı. Zihninin karanlık yolculuğundan çıkmaya çalışırken savruluşları oluyordu son günlerde. Canına okuyan bu savruluşlardan onu çekip çıkaracak kendinden başkası olamazdı, biliyordu. Pişmanlıklarının, keşkelerinin onu sıkıştırdığı, elini kolunu bağladığı o karanlıkta artık zincirleri kırması gerektiğini de biliyordu. Buna karar verdiğinde ise dış etkenler tüm motivasyonunu kırıyordu. Oysa o, bu motivasyonu çok büyük çabalarla elde ediyordu. Hobileri vardı. Çok güzel resimler yapıyor, dokunaklı şiirler yazıyordu. Masanın başına oturduğunda, üzerine savrulmuş kağıtlara dalgın dalgın baktı. Bu dağınıklık ona hiç yabancı değildi. Çünkü iç dünyası da aynı şekilde karmakarışıktı. Gözlerini kağıtlardan kaldırıp boşluğa baktı. Yorgun bir iç çekişle kendi kendine söylendi: “Bu büyük boşluğa nasıl düştüm, şimdi buradan nasıl çıkacağım?” dedi.
Sanki duvarlardan yankılandı bu söz. İçinde biriken soruların cevabı yoktu. Her pişmanlık, her kayıp, her düşüş, her düşünce, zihninde öyle hızlıydı ki, hepsi birden anlaşmış gibi başına üşüşüyor, ne uyku ne de huzur veriyordu. Bir yere, bir şeye ya da bir kimseye ait olma ihtiyacı duyuyordu. Ama hiçbir yere ait hissetmiyordu. Kendini pırıl pırıl, rengarenk bahçede yalnız, rengi solmuş, mutsuz bir çiçek gibi, bazen de ihtişamlı gökyüzünde sönmüş yıldız gibi hissediyordu. Ama hiçbiri yuvası değildi sanki…Sonra eline kalemini alıp resim kağıdına sürüyle yıldız, yıldızların arasına renksiz bir çiçek çizdi. Aslında kendi ruhunu kâğıda aktarıyordu. Sonra bir an durdu ve çok kısık sesle mırıldandı: “Belki de bu boşluk düşmanım değil, bana bir şey öğretmeye çalışıyor.” dedi.
Oysa Deniz, dışardan vurdumduymaz görünüyordu bir zamanlar… Hayat dolu, cıvıl cıvıl, neşe saçan mutlu bir kızdı. Yüreğinde tüm renklerin ahengini taşıyordu. Ancak aldığı darbeler, onu kendine yolculuğa sürüklemişti. Ama o, yüreğinin bilgeliğiyle, ruhunun karanlığına ışık tutmayı beceriyor, başına gelen her olaya dışardan bakabiliyor, büyük resmi görebiliyordu. Yine de bu kadar üst üste yaşadığı hayal kırıklıkları, onu çok yormuştu. Gözlerinden değil de yüreğinden akıttığı gözyaşlarında boğuluyordu. Sanki ışığını kaybetmişti.Kâğıdı çeşitli resimlerle doldurduktan sonra derin bir nefes aldı, fark etmeden akıttığı gözyaşlarını sildi. Sessiz odasında, zihninin derinliklerinde anıları canlandı. Geçmişe gitti bir anda… Hani olur ya, bir üzüntü yaşadığımızda, geçmişteki hiç alakası olmayan acıların hepsi birden üşüşür aklımıza. Çocukken kaybettiğimiz sevinçler, yarım kalan dostluklar, yitirdiğimiz güven duygusu, yalnızlık… Fark etti ki, hiçbir yara onu öldürmemişti. Her biri onu daha derin, daha anlayışlı, daha oturaklı biri yapmıştı. Pencereye doğru yürüdü. Saat gecenin üçüydü. Gökyüzünde bir yıldız parlıyordu. Sanki binlerce kilometre uzaklıktan, sadece onun için parlıyordu. Birdenbire kalbindeki aydınlığı hissetti. Ferahladı, huzur doldu. Öyle dalmıştı ki yukarılara bakarken sanki yeryüzünde doğmuş ama gökyüzünde yaşıyordu. O an sanki oraya aitti. Vatanı orasıydı. Evet, evet! Kendi vatanından annesinin karnına, oradan da bu dünyaya hicret etmişti sanki. Dünya üzerine yalnızlık mührü vurmuş gibiydi. Böyle hissediyordu. O an şöyle düşündü: ”Karanlık olmasaydı, yıldızın ışığını göremezdim.”
Deniz’in gülümseyerek baktığı yıldız ona göz kırpıyor gibiydi. O an anladı ki; bir yıldız geceyi delip kendi ışığıyla karanlığı süslüyorsa o da özünde sönmekte olan ışığı tekrar yakıp dipsiz kuyulardan çıkabilirdi. Her ışıksızlığın sonu mutlak aydınlıksa her gecenin bir sabahı varsa, ben neden karanlığa hapsolayım? Deniz, lambayı açtı ve odanın dört bir yanında yaktığı mumları bir bir söndürdü. O an karar verdi, ışığı dışardan değil içerden, içinden yakacaktı.
Editör- Neşe Kazan



1 Yorum
tek kelimeyle müthiş….