Ümmügülsüm Hasyıldırım

Akşamın alaca karanlığında semayı kaplayan bulutları, gözleriyle camdan şöyle bir süzdü. Göz pınarları dolmuş da ha aktı ha akacak gibiydi gökyüzü. Yüreğinde anlamsız bir sıkıntı vardı. Gırtlağına adeta bir yumru oturmuştu. Pencereyi yavaşça açtı. Ayaza çalan esinti, yanaklarını yalayarak geçti.
Kabına sığmayan süt gibiydi yüreği. Kaynıyor, kaynadıkça kabarıyordu habire. Camı kapatıp geriye döndü, sebilin önüne geldi. Gırtlağındaki yumruyu yutabilmek için bir yudum su içti. Olmadı. Bir yudum daha aldı ve sessizce yatak odasına geçti.
Vakit henüz erken sayılırdı ama derin denizleri andıran gözleri alev alev yanıyordu. Hep huzur bulduğu yatağı belki şimdi de huzur verirdi. Kıyafetleriyle uzandı. Ağdı, döndü, oturdu, yattı. Bir türlü gözüne uyku girmedi. Yataktan kalktı. Bu kez de yatak odasının camına geldi. Perdeyi çekip açtı. Dışarısı pamuk tarlasına dönmüştü. Alnını cama dayadı. Buz gibiydi. Uzun süre öylece kaldı. Aklından ne geçti, neler düşündü Allahu âlem. Sonra ceset gibi ayrıldı camın önünden. Yatağa tekrar uzandı. Gözlerini dama dikip uzun bir yolculuğa çıktı.
Gözlerini açtığında sabah ezanı okunuyordu. Şiddetli bir baş ağrısı, misafir olmuştu. Kalktı, namazını kıldı. Uzun uzun dua etti. Hazırlandı. Eşine, “Ben hazırım, gidebiliriz” dedi. Çıktılar…


