Hatice Gülser Temür
Nesiller ve çağlar boyu yeryüzünün şekilleri, geçim kaynakları, iletişim tarzları, sistemleri hep değişip durmuş ama içinde karıncalar misali dolaşıp duran insanın arayışı hep aynı kalmış.
Dünya maceramızı güvenli ve keyifli kılmayı az çok başardığımız her anda, sırasını/ortamını bekleyen asıl arayış baş göstermiş: bu dünya maceramız ve varlığımızın anlamını keşfetmek ya da anlamlı kılmak. (Varlığın anlamı keşfedilecek bir şey midir, inşa edilecek bir şey midir; ya da hangisinden ne kadar katmalıyız kendi tarifimize? Zihnimizin bu dolaylardaki gezinimini başka zamana bırakalım.)
“Avcı-toplayıcı insanın mı güvenlik ihtiyacını karşılaması daha zordu, dijital çağ insanının mı?” Karşılaştırılabilir bir bahis mi bilemiyorum ama dijital çağ insanının anlam arayışının çok daha çetrefilli, badirelerle dolu olduğuna kânîyim.
Şeyhleri, mürşitleri hayatımızdan kovduk. İlk böyle başladı ontolojik ve epistemolojik güvenlik duvarlarımızın yıkılması. Ben seküler bir insansam bile, içinde bulunduğum, bir parçası olduğum toplumun genel çerçevesi; belli sınırları, kabul ya da reddedebildiğim doğruları ve yanlışları vardı. Öngörülebilir refleksleri… Böyle bir yapı kendi içinde dengelenmiş ve varlığı tanınabilir bir oluşum sergiler; ontolojik ve epistemolojik olarak güvenli bir alan.
Güvenlik kaygım dindikten sonra, kendi esenliğim, refahım ve anlam arayışım için zaman ve enerji ayırabilirim.
Ne demişti Şeytanın Avukatı’nda şeytan: “Katedral büyüklüğünde egolar inşa ettik.”
Katedral büyüklüğündeki egoların, bir mürşidin hayatını yaşama şekline müdahalesini kabul edebilmesi mümkün olmuyor tabii. Daha doğrusu, mürşitle olan ilişkisini bu bağlamın dışında algılayabilmesi mümkün olmuyor.
Kendi katedrallerinin ışık kaynağı olan insancıklar, içeriyi doldurup ışığına hayran hayran bakacak müritler bulamayınca; ya mürit avına çıkıyor sosyal medyada ya da görülmemekten, alkışlanmamaktan zamanla anlamsızlaşan varlıkları çözünmeye başlıyor.
Merak ediyorum: böyle bir vak’a Lucy (film) gibi varlığa dağılmış, karışmış, yayılmış bir forma geçebilir mi; yoksa yaşadığı bir pütrifikasyon mudur? (Soruların cevaplarıyla gelmesini seviyorum.)
Kaçımız böyle bir pütrifikasyon vak’asına maruz kaldığımızda, bunu algılayabilecek keskin bir burna sahibiz acaba?
Sınırları kaybolan sadece doğrular, ilkeler, tanımlanmış yollar değil demek. Kokuları ve renkleri de birbiri içinde karışmış olarak deneyimleyeceğimiz zamanlar geliyor belki de.
Geldiğimiz bu distopik noktada — evet, şimdimizi tanımlarken çıkan bir distopya — bireyin çıkış yolu ne olabilir?
En temel arayışımız, çağın büyüttüğü egolar, sunduğu sayısız kurtuluş reçetesi ile en derin kayboluşumuz, güvenlik tehdidimiz haline gelmişken ben bu denizin ortasında ne yapmalıyım?
Düşüncelerimi ve duygularımı yöneterek dünyada istediğim her şeye sahip olabileceğimi söyleyen new age dinlerden, kişiye özel mistisizm reçetesi yazan postmodern kanaat önderi fenomenlerden, kaygılarımdan kurtulmak için kehanet becerisi olan birilerini aramaktan sakınarak başlamak mantıklı görünüyor.
Son noktada, asıl çözüm gene bilimde saklı sanırım. Kararsız bir sistemi kararlı hale kavuşturmak için bir sabite bağlamam lazım. Yani eşeğimi bağlayacağım kazığı doğru seçersem bütün sorunlarım çözülecek gibi. Bugün de zihin yolculuğum bana bu veciz formülü sundu, sağ olsun.
Şimdi bu “kazığın” nitelikleri hakkında zihin gezdirmemek lazım gibi.
Düşünsenize, bir zihin yolculuğunu — mesela vasıfsız dijital rehberlerden dem vuran bu metni — birkaç kişi yanlışları, boşlukları, saçmalıkları üzerinden ele alsa; bir-iki kişi de kendini bulduğu, isabetli gördüğü yerleri karşılık olarak dile getirse; metin sahibi de tarafları taraf kılacak katkılarını devam ettirse, yeni bir dijital rehberin doğuşunu izleyebiliriz.
Tıkanan sistemleri ayakta tutan, ömrünü uzatan önemli etkenlerden biri de karşıtları. Karşıtları tarafından beslenen sistem burada da işlemiş olur.
Morpheus’un (Matrix filmi) dediği gibi: “Asıl düşman sistemin kendisiymiş.”
Nihai düşman şeytan olduğuna göre, bu sistemin kurucusu da şeytan olmalı. Neyse. Nokta.