Gökyüzü, haftalardır olağan dışı işaretler veriyordu. Bilim insanları atmosferde anormal enerji dalgalanmaları tespit etmiş, güneşin yaydığı ışınların olağan dışı spektrumlarda titreştiğini fark etmişlerdi. Ancak hiçbiri bu olayların tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordu.
Halk arasında birçok teori dolaşıyordu. Kimileri bunun yaklaşan büyük bir felaketin habercisi olduğunu söylerken kimileri de yeni bir çağın başlangıcı olduğunu iddia ediyordu. Ama bir şey kesindi, bir şeyler oluyordu.
Melis, İstanbul’da küçük bir antikacı dükkânı işletiyordu. Ama onu diğer insanlardan ayıran bir şey vardı. O, rüyalarında bu anı görmüştü.
Bilinçaltına kazınmış gibi hissettiği anılar, aylarca zihninde yankılanmıştı. Parlak ışıklar, gökyüzünde beliren gemiler, insanların içlerindeki uyanış… Daha önce anlam veremediği bu görüntüler, artık gerçek olmaya başlamıştı.
Bir gece, dükkânını kapattığında boğazın kıyısında durup gökyüzünü izledi. Yıldızlar her zamankinden daha parlak görünüyordu. Derin bir nefes aldı ve içgüdüsel olarak kalbini dinledi. Bir şey yaklaşıyordu sanki.
O gece, dünya değişti.
İnsanlar, şehirlerin üzerinde beliren devasa ışık kürelerini gördüklerinde paniğe kapıldılar. Haber kanalları kesintisiz yayın yapıyor, liderler uluslarına sakin olmalarını söylüyorlardı. Ama nasıl sakin olabilirlerdi? Gök yarılmıştı.
İstanbul Boğazı’nın üzerinde gümüşi ve ışık saçan bir gemi sessizce süzülüyordu. Ardından, dünyanın dört bir yanında benzer görüntüler ortaya çıkmaya başladı. Londra, Tokyo, New York, Sydney…
Herkes korku ve panik içinde gözlerini gökyüzüne kilitlemiş bekliyordu.
Fakat hiçbir saldırı olmadı. Silahlar ateşlenmedi.
İnsanlar, korkularına rağmen içten içe bu varlıkların düşman olmadığını hissediyordu.
Melis, binlerce insan gibi sahile koşmuştu. Tüm gözler, gökyüzündeki yabancılara çevrilmişti. Sonra ışık huzmeleri yeryüzüne indi. İçlerinden, insan biçimli ama dünyaya ait olmayan varlıklar çıktı. Uzun ince bedenleri vardı, gözleriyse yıldızlar gibi parlıyordu. Onlardan biri, Melis’in gözlerinin ta içine baktı.
Tam o anda…
Kalabalığın içinden bir adam, çaresizce feryat etti. “Lütfen! Kızımı kurtarın!”
Herkes ona döndü. Adamın kollarında hareketsiz yatan küçük bir kız çocuğu vardı. Az evvel bir araba çarpmıştı. Onun ölmek üzere olduğunu anlamak için doktor olmaya gerek yoktu. İnsanlar, gözyaşlarını tutamayarak geri çekildiler.
Uzaylı varlıklar birbirlerine baktılar. Sonra aralarından biri ileri çıktı. İnce uzun parmaklarını küçük kızın alnına koydu. Ve o an, zaman durdu. Gökyüzü mavi bir ışıkla parladı, rüzgâr usulca esti. Hava, şeffaf bir titreşimle doldu. İnsanlar nefeslerini tuttu. Sonunda küçük kız derin bir nefesle, bir anda gözlerini açtı.
Çevresindekiler donup kaldı. Adam hıçkırarak kızını kucakladı, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. O ana kadar şüpheyle bakan insanlar bile artık gördüklerine inanmak zorundaydılar. Bu varlıklar bize zarar vermeye gelmemişti. Bizi iyileştirmeye gelmişlerdi.
İnsanlar o gün, yeni bir çağın eşiğinde olduklarını hissetmeye başladılar. Medeniyet olarak uzun süredir bir sınavdan geçiyorlardı. Korkuya, açgözlülüğe, nefrete kapılmışlardı. Görünen o ki hâlâ umut vardı.
Gökyüzündeki varlık, telepatik bir sesle konuştu:
“Sizler bir eşiğe geldiniz. Eski dünyanın zincirlerinden kurtulup ışığa adım atmak üzeresiniz.”
İnsanlar, kalplerinin içinde garip bir huzur hissettiler. Birçoğu, o an ilk defa gerçekten uyanmış olduklarını fark etti.
Melis, gözyaşları içinde gülümsedi. Onlar buradaydı ve insanlığı, yeni bir gerçekliğe geçirmeye gelmişlerdi…



