Sveti Stefan Kilisesi‘nin çanları dua edip arınmak isteyenler için çalıyor, şehrin her ucunda yankılanıyordu. Maria’nın kilise için giyindiği krem kalem eteğine yine zarif krem ceketi uyum sağlarken yeşil ton ağırlıklı fuları eşlik ediyordu. Zamanın akları düşen uzun kumral saçlarını topuz yapmış; kalın topuklu, acı kahverengi ayakkabılarıyla hazırlanmıştı arınmak, iç huzurunu bulmak için. Giyimiyle iç dünyasını yansıtırdı her zaman, zarafetiyle tam bir hanımefendiydi. Kilisede henüz kimse yoktu, arka sıralarda bir yer bulup oturmuştu. Sadece iç huzurunu sessiz bir köşede dileyecekti, ellerini birleştirip fısıltıyla başlayan duasını sessizce bitirdi. İstavroz yapıp ‘Kutsal Meryem Ana ‘ diyerek tamamladı ilk duasını. Ellerini semaya açıp devam etti ‘Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla’ başladığı duasına çok zor duyulabilecek bir fısıltıyla ‘Şevket Bey için Tanrım. Âmin ‘ deyip yüzüne sürdü ellerini. Yıllardır böyle dua ederdi, önce kendisine sonra unutamadığı koca bir savaşla başlayıp şen bir barışla biten aşkına. Saçlarındaki beyazlar, yüzündeki çizgiler kadar özlem duyuyordu o yegâne aşkına. Dilinden düşürmek zorunda kalsa da kalbine mıh gibi saplamıştı ismini.
Ruhunu arındırıp huzur diledikten sonra evine döndü. Ve duygusallaşacağı otuz yıl öncesine götürecek bir sürpriz onu bekliyordu. Zarfı uzattı kızı Sofia ‘Bu sana gelmiş anne’ dedi. Zarfı alıp üstünde İstanbul yazdığını görünce odasına kapanıp yıllarca iki damla gözyaşında sakladığı aşka olan özlemini özgür bıraktı. O iki damla sanıyordu fakat fuları ıslanana kadar ağladı. Zarfı açıp okuduğunda ise ‘Beni hâlâ unutmamış.’ diyerek göğsüne bastırdı mektubu. İkinci dünya savaşıyla başlayıp barışıyla son bulan bu büyük aşkı, o güne dek yüreğinde taşımıştı Maria. Nasıl taşıdığı ya da nasıl dayandığı bilinmez, sonsuza dek sürse dünya yüzü serüveni, yüreğinde yine taşırdı, hasretin özlemin sancısına aldırmadan.
(Sen ki geçmişin tozlu anılarından çıkageldin sevgili, can buldun tohum gibi yeşerdin gönül yurdumda.
İçten içe kök saldın geçmişin sevdalı anılarında, sende iki kez rastlaşmanın sevinci var belki.
Bende ayrılığın hüznü duruyor.
Kaç mevsim geçmiş, kaç göç yaşamış bu can ve kaç kez üç yüz altmış beş günü tamamlamış bu can sensiz, hesap etmez misin?
Denk getirdiyse kader bu iki canı bir tesadüfle, geçmişin ızdırabını silebilecek mi gönlümüzden ya da geri getirebilecek mi eski bizi terk ettiğimiz o yerden?)
Gelincikler buğday tarlalarında boy gösteriyordu, yere düşen her canın akan kanını temsil eder gibi Şevket, henüz on yedisinde toy bir delikanlıyken ailesinin yükünü savaş sebebiyle üstlenmek üzereydi. O güne kadar abileri onu, bu yükün altına sokmamışlardı. Tarlaya giden abileri mağrip zamanı hala dönmeyince babaları Timur Bey, küçük oğlu Şevket’i arkalarından göndererek başlarına bir şey gelip gelmediğini öğrenmek istemişti. Buğday tarlasına vardığında ise Rum askerlerinin tarlayı süngülü tüfekle aradıklarını gördü, neredeyse boyunu aşan buğdayların yanına çöküp kaldı. Kalbi delice çarpıyordu; yaşının verdiği delikanlılıktan değil, korkudan küçük bir kuş gibi çırpınıyordu. Sinip kalmıştı saklandığı yerde, sonrasında tek hatırladığı şey, abisi Yakup’un feryatlarıydı. ‘Kaç Şakir kaç. ’ diye bağırıyor aynı zamanda canı yandığı için feryat ediyordu. Bir ara sadece başını uzatıp buğdayların arasından bakabilmişti, süngünün biri kalkıyor biri iniyordu. Her inip kalktığındaysa abilerinin feryadı arşa yükseliyordu, dişlerini sıkarak ağlamaya başladı. Kulaklarını kapattı, seslerini duymak istemiyordu çünkü onlara yardım edecek kadar güçlü değildi, o daha toy bir çocuktu. Sonrasında kendinden geçmiş, uyandığında babası ve köyün ileri gelen adamları başında onu uyandırmak için uğraşıyorlardı. Hemen ayağı kalktı babasını görünce abilerinin saklandığı yere doğru delice koştu. O koşuyor ardından diğerleri de onun peşinden koşuyorlardı. Abilerine vardıklarındaysa paramparça iki gencin yan yana düşmüş cesetlerini gördüler; şafak sökmek üzereydi, gün doğdukça karanlıkta göremedikleri acı tabloda gün yüzüne çıkıyordu. Buğday tarlasını sulamak için giden iki kardeş oracıkta can vermiş, tarlayı kanlarıyla sulamışlardı. Gelincikler gibi uçsuz bucaksız sarıların içinde kırmızı rengi hayli belirgindi. O günden sonra Şevket, abilerinin üstlendiği tüm sorumlulukları almıştı. Bundan başka çaresi de kalmamıştı, büyük bir savaşın ortasında kalmış halk, tüm gücüyle savaşmak zorundaydı. Yaşları ne olursa olsun erkek evlatlarıyla birlikte savaşacaklardı.
Tüm mücadeleye rağmen yenilgiye uğrayan köylüler, çok kayıp vermişti. Geride kalanları korumak için herkes gibi Konya’ya göç etme kararı alınacaktı. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Artık vatanları büyük tehlike altındaydı ve her an topraklarını kaybedebilir, esaret altında yaşamak zorunda kalabilirlerdi.
Ve Şevket artık cesur, intikam ateşiyle yanan bir delikanlı olmuştu. En ön saflarda mücadele ediyordu fakat bu yeterli gelmeyecekti. Geride kalanlar için de seferberlik başlattılar. Köyleri harabeye dönenler şehirlerini terk etmek zorunda kaldılar. Yeni ve daha çetin bir mücadele onları bekliyordu artık ama direnmeliydiler, mücadele etmeliydiler.
Ellerinde kalan üç beş ne varsa yanlarına alıp yola koyuldular. Göç eden yalnız onlar değildi, kafile kafile o ilden ve diğer illerden göçler gerçekleşiyordu. Bu yolda ölmekte vardı, kayıplara karışmakta. Çoğu insan ailelerini kaybetti bu seferberlikte. Onlardan biri de Maria isimli genç bir kızdı. Mardin’in Nusaybin ilçesinden ailesiyle birlikte yola çıkmış lakin yolda yağmaya uğradıklarında birbirlerini kaybetmişlerdi, Maria bir başına kalakalmıştı o çetin yollarda. Arkalarından gelen ilk kafileye katılmıştı, Timur Bey’in kafilesinin başka bir bölümüydü.
Artık savaşla başlayan aşkın kaderinin yazılmaya başlama zamanı gelip çatmıştı. Savaşın büyüklüğü kadar büyük bir aşktı. Mücadele, direnç ve akabinde zafer isteyen bir aşk. Bu aşk nasıl tarif edilebilir ki? Sağlam kalmayacaklardı vatanları gibi bu hikâyenin sonunda.
Seni vatan gibi, vatanımı senin gibi sevdim sevgili.
Vatan aşkı gibi sevmek, o sevgilinin olmadığı her yerde yersiz yurtsuz mülteci kalıvermek. Hep yarım hep kimsesiz ve vatansız kalmak, böylesi bir aşktı bu topraklarda başlayan. Toprak kadar değerli, vatan kadar kutsal.
Konya’ya varmış, yerleşmişlerdi. Ovada çadırlar kurulmuş artık emniyetteydiler. Bir an önce güçlenip geri dönmek için gün sayıyor, onlar kendi topraklarını yetim bırakmış gibi yas tutuyorlardı.
O gün Timur Bey’e bir yabancının kafilelerine katıldığı haberini verdiler, o da hemen kim olduğunu meramını öğrenmek istemişti. Karşısında narin, savunmasız genç bir kız görünce içi sızlamış ‘O bizim misafirimiz artık ‘ deyince çevresindekiler, bu kıza güvenmemeleri gerektiğini dile getirmiş. Derhâl uzaklaşmasını talep edince ‘Onu ben korumam altına alıyorum, buna itirazı olan var mı? ‘ dediğinde herkesi susturmuştu. Fakat topluluk içinde sesler kısılmamış aksine homurtular yükselmişti. Timur Bey bunu duyunca oğlu Şevket’le Maria’yı evlendirme kararı aldı. Böylece sesler kesilir, o masum kız çocuğu da korunma altında kalabilirdi. Bu kararı önce köylülerine sonra Şevket’e bildirdi. Şevket tüm hıncıyla karşı çıktı bu evliliğe çünkü o kız Rum asıllıydı ve abileri onlar tarafından katledilmişti. Babasının gönderdiği aracıya aynı bunları söyleyerek hayır cevabını bildirdi. İçi içini yiyip bitiriyordu, nasıl olurda böyle bir teklifte bulunabilirdi. Acı ve kin doluydu, içini sakinleştirmek öyle kolay olmayacaktı.
Karşısına çağırdı oğlunu Timur Bey, derdini bir de onun ağzından dinlemek istedi. Şevket babasına olan saygısından sadece susunca ‘Oğul, bu ne kin bu ne hiddet? Biz atalarımızdan bunu mu öğrendik? Dil, ırk gözetmek Müslüman’ın kitabında yazmaz. Sen bu öfkeni harp meydanında dökeceksin, yolunu kaybetmiş korunmaya ihtiyaç duyan genç bir kıza değil. Sözümün üstüne söz edilmeyecek bilesin. Bu halinden sıyrıl ve insandan yana dur, senin gibi bir beye ancak bu yaraşır.’ diyerek konuyu kapattı. Artık bu evliliği kabul etmekten başka çaresinin olmadığını anlayınca boyun eğmek zorunda kalmıştı kaderine, içindeki isyanı büyüterek.
O gün nikah kıyılacaktı, Maria çadırdan içeri girdiğinde Şevket öfkesinden yüzünü çevirdi. Öyle ki içindeki hınç, aslında kalbinin heyecanla çarptığını hissettirmiyordu. O buğday tarlasındaki hazin olaydan sonra kalbinin yumuşayacağına asla inanmıyordu. Nikahı kıyan İmam Efendi ‘Artık birbirinizin helalisiniz, Allah mübarek etsin.’ deyince gayri ihtiyari birbirlerine bakıverdiler. Maria’nın gülünce kaybolan gözlerinde kaybolmuştu Şevket. Bu işler böyle miydi? Gönül hiç tahmin bile edemediği aşkla harmanlanır mıydı, asla dediğine gönül verilir miydi, sonsuza dek sürecek her aşk böyle mi başlardı? Bunların cevabını dahi almadan beyler beyi Şevket, aşka düşmüştü. Ne garip ki asla dediği aşkın fırtınasına çoktan kapılı vermişti. Kendine itiraf edemese de ‘Olacak iş mi Şevket Bey? Olacak iş değil. ‘ dedi kendi kendine. Kapılmamak için bir güzelin ela gözlerine çatıverdi kaşını, dönüverdi yüzünü. Acaba gönlünü de bu kadar kolay alabilecek miydi, gözlerinde kaybolduğu vatana duyduğu duyguları hissettiği o gözlerden? Fikrinin ince gülü olan, yüreğini aşkla arındıran, öfke ateşini söndüren aşk, kapısını çalmıştı hiç beklenmedik bir anda. Bu aşkın karşısında ne öfke direnebilecekti ne de kin, hepsi yenilginin tadına varıp çekilecekti bu şehirden. Kör pişman çekip gideceklerdi mesken tuttukları kalpten. Kalbindeki işgal sona erecek, aşka teslim olacaktı ta gönülden, kalpten.
Doğru yerde doğru zamanda rastlaşmamışlardı bu aşkla ama doğru gönlü ve gerçek aşkı bulmuşlardı ikisi de. O çok uzak dursa da ela gözlü dilberden, gönlü usulca kayacaktı zamanla gönlüne.
Tüm ezberlerini bozmuştu bu şehir, çiçeklerle dolu küçücük balkona sığdırmıştı cihana sığmayan hayallerini. Saçlarındaki aklardan ve elinde kavuşamadığı aşktan başka bir şey kalmamıştı. Dış cephesinde çini seramik kaplı apartmanın, balkonuna konumlanır ve hiç gelmeyecek gelemeyecek olanı bekler dururdu. Tüm hayatını o balkona sığdırmış, yol gözlemekten usanmamıştı. Saçlarındaki aklara, göz çevresindeki çizgilere aldırmadan taze tutuyordu umudunu, yaşına ve geçen onca yıla aldırış etmeden. Kaç kış atlatmıştı, kaç göç yaşamış, kaç cenk meydanında vuruşmuştu? Bunlara bir tarih bir de avuç içine iz bırakan düşman kurşunu şahitti. Hâlâ sevdası, ilk günkü gibi taze durunca kalbinin bir baharı hak ettiği düşüncesindeydi. Ve yıllar hâlâ cengâver yüreğini, yakışıklı bakışlarını, yüreğindeki yaraların izlerine aldırmadan tevazuyla gülümsemelerini eskitmemişti, o hâlâ beyler beyi Şevket beydi.
Gönlünü alan kadının ismini verdiği çiçeği hasretle sularken hak ettiği bahar gelmek üzereydi.
Ve bir ömür beklediği bahar gözlü kadın, ona gelmek için saatleri sayıyordu.
Trende İstanbul’a doğru yolculuk yapan Maria’nın aklındaki tek soruysa ‘Acaba beni tanıyabilecek mi?’ Yaşının verdiği dinginliğe aldırış etmiyordu, çoşkun bir kalple gidiyordu son kez de olsa aşık olduğu adama. Bazı kavuşmalara geç kalınsa da bir buluşmayı hak ediyorlardı. Gözleri yolun seyrinde, tek bir isim hayalinde, bir de bir şiir dolanmıştı diline, pencereden izlerken dışarıyı mırıldanıp duruyordu.
(Sen mi basmadın beni bağrına yoksa söküp aldılar mı beni can ocağımdan?
Koparıldım bağrından yersiz yurtsuz kaldım, sevdayı seninle tanıdığım gibi hasretin ne olduğunu da sende bildim.
Şimdi dön desen, şuncacık yüreğinin yeri var desen de dönemem.
Dalından koparılan tomurcuk gibiyim.
Dönsem tutunamam, ben sensiz kırılıp koparılan dallar gibiyim.
Şimdi nereye düşsem oralı olur yüreğim.
Yuvasız kuşlar gibiyim. Koparılıp atılan dallar gibiyim,
Bir seni bilmiştim kök salacak toprağım.
Bağrından koparıldım.
Düştüğüm yere kök salamadım, savrulup durdum.
Bir avuç toprağına hasret çekerim, gurbetine düşen yüreğime bir avuç toprağı çok görme derim.
Serp gönlüme zarif hasretim.)
Bu sözlerle devam etti yolculuğuna. Ve sonunda yolculuk bitmiş, yüreğini de bırakıp gittiği o şehire adım atmıştı. Son kez bakıp haykırarak sarf ettiği sözleri hatırladı. Arabanın içine hapsedilmiş zorla götürülürken arabaya koşarak yetişmek isteyen Şevket’e bağırarak ‘ Bu şehirde acıdan aşka yer bırakmamışlar sevdiğim, sen yorulma, dur azıcık dinlen döneceğim. Bir ses etsen yeter, bir selamına canımı veririm. Koşma sevdiğim; yorgunsun, yaralısın. Dur ve bana güven, döneceğim. Seni son kez görmeden bu canı vermeyeceğim.‘ Acı dolu haykırışları Şevket’in çaresizce çırpınışlarına yetişemeyince oracığa çöküp haykırarak ağlayışları bir bir geçti gözlerinin önünden. Yutkundu, göğe baktı ve ciğerlerine çekti şehrin kokusunu. ‘Geldim işte söz verdiğim gibi, bir ses et koşarak gelirim demedim mi?’ tevazuyla baktığı gökten huzurla eğdi yere başını.
Timur Bey, oğlu Şevket’in huzursuzluğunun bilincindeydi ama biliyordu ki şu yüreğe taşı koysan pamuk gibi yumuşardı. Bu yüzden oğlu ve gelinine ‘Şimdi sözlüsünüz benim nazarımda ama size söz evlatlarım, köyümüze dönünce şanınıza yakışır bir düğün yapacağım sizlere.’ Bunu diyerek Şevket’in Maria’ya şans vermesini sağlamıştı. Şevket inkâr etse de aşkını, bu aşk ince ince işliyordu yüreğine. O gün gelecek, yüreğindeki isyan bayrağını indirip teslim olacaktı bu aşk işgaline. Maria ise tüm benliğiyle kapılmıştı beyler beyi Şevket’ine, sadece aşkla yaklaşınca sevdiği adamın gönül kapısını zorluyordu farkında olmadan. Şevket ise yenik düşmemek için sert bir kaya gibi tavır sergiliyordu, her defasında aşkla gelen Maria o kayaya çarpıyor ve çok canı yanıyordu. O sabah Şevket abdest almak için hazırlanırken elinde güğümle karşıladı Maria. Şevket sinirli sinirli ona bakıp ’Gerek yok, ben hallederim.‘ dedi. Maria’nın yüzü düşmüştü, hemen havluyu alıp başında beklemeye başladı yüzünde gülümsemeyle. Hışımla elinden çekti havluyu ‘Gerek yok demiştim sana, sağır mısın?‘ deyince Maria gözleri dolu dolu ona bakıp ‘Önce babamı öldürdüler. Annemin, kardeşlerimin nerede olduğunu bilmiyorum, belki de onlarda çoktan ölmüştür. Sonra yolumu kaybettim, hayatta kalmak istemediğim bir anda buraya, sana ve babana sığındım. Yaşamam için bir tek siz kaldınız. Siz de bana yüz çevirseniz yaşamak için sebebim kalmayacak.’ İşte o an anlamıştı, o da onun gibi kaybetmişti en sevdiklerini. Buna rağmen hâlâ sıcacıktı kalbi, o bu muameleyi kesinlikle hak etmiyordu. Bundan sonra sert bir kaya değil, yönünü kaybetmiş bu kıza liman olacaktı. Ve her kolunu açıp sahip çıktığında ona deliler gibi vurulacaktı. Artık vakit gelip çatmış, babasının elini öperek helallik alarak cepheye gitme zamanı gelmişti. Sevdiceğinin masum gözyaşlarını silerek öptü alnından. ‘Döneceğim, merak etme. Şimdi seni babama, babamı Allah’a emanet ediyorum, benim için dua etmeyi unutma emi!’ diyerek vedalaştı. ‘O öğrettiğin duayımı okuyayım?‘ dedi içini çekerek. Gülümsedi ve ‘Evet, onu oku.‘ dedi, ardını dönüp gitti. Üniformasının yakasına atıp yüreğinde yanan ateşi bastırdı eliyle, hiç bu kadar yanmamıştı kalbi cepheye giderken. Hiç bu kadar ağırlaşmamıştı ayakları adım atarken. İçinde kopan fırtınayla yoluna devam etti. Lakin hayat bu ya! Gidip de dönmemek, dönüp de görmemek vardı. Dönemeyeceğini düşünse de bulamayacağı aklının ucundan bile geçmiyordu.
O cephede cengaverce savaştı. Gün gelip savaş sona erince onurlu bir savaş gazisi olarak dönmüştü. Babası, onu derin bir hüzünle karşıladı. Sormaya çekinse de dayanamayıp sordu babasına ‘Maria nerde?’ Başını öne eğdi hayatı boyunca mağrur gezen Timur Bey, verecek cevabı yoktu. Çünkü emanetini koruyamamış, Maria’yı annesi zorla çekip almıştı. Bunu duyunca deliye dönen Şevket ‘Nereye gittiler baba, neden engel olmadın? ‘Evlat!‘ dedi kısık sesiyle ‘Dur hele, dinle. Kalabalık geldiler, karşı çıkmak istedim ama gücüm yetmedi. Ağlata ağlata alıp götürdüler Maria’yı. İstanbul’a götürüldüğünü duyunca savaş yorgunu bu adam duramadı, hemen gitti sevdiği kadının ardında ama ne çare! Ayırmaya yeminliydi kadın, duyar duymaz paldır küldür alıp gittiler Bulgaristan’a. İşte o gün bugündür, o küçük balkonda yol gözler Şevket Bey, o gün bugündür bekler ve geleceğine kalben inanır. Elindeki adrese bakıp ‘İşte burası.‘ dedi, kalbinin yaşına aldırmayan coşkusuyla. Aslında daha önce bir kez daha yazmıştı mektup ama Maria’nın annesi, eline geçmesine engel olmuştu. ‘Bir ses versem gelir.‘ demiş, son kez şansını denemişti. Mavi desenli apartmanın önünde durup uzun uzun baktı Maria, sonra içeri girip 11 numaralı kapıyı çaldı. Karşısına genç bir kadın çıktı ‘Buyurun. ‘ sözünden ve babasına benzeyen gözlerinden anladı ‘Şevket’in kızı’ dedi içinden. Babasını ziyarete geldiğini söyledi, içeri geçti. ‘Babam bugün biraz rahatsız, salonda dinleniyor.’ deyip salona kadar eşlik etti. Kapıda durup özlem dolu gözlerle baktı Maria. Elinde kitap, saçları ağarmış, beli bükük. Kim bilir kalbi ne haldeydi? Bir an başını kaldırıp gözlüğünü indirdi; bir müddet baktı yüzüne, işte o merak ettiği an gelmişti. ‘Hatırlar mı beni bunca yıldan sonra?’ İşte bu sorusuna cevap alacaktı. O bunları düşünürken Şevket Bey’in gözleri dolup taşmıştı çoktan ‘Geldin mi can özüm?’ O buğday tarlasındaki toy çocuk gibi ağlamaya başladı. ‘Geleceğim, demiştim sana, unuttun mu?’ Gülümsedi, dizlerinin yanına çöküp sarıldı bacaklarına. O an yaş almış bir kadın değil de kaybolan o masum genç kızdı. Yalnız değilim, dedi yüzüne hasretle bakarak ‘Can parçanı da getirdim.’ diyerek Sofia’yı çağırdı. ‘Kızın’ dedi hıçkırarak. Biliyordu beyler beyi Şevket Bey, onca zemheriden sonra bir baharı hak ettiğini, kalbinden bir parçanın uzak bir yerlerde çarptığını. Biliyordu bir gün o can parçasına kavuşacağını.
SON BİR BAHAR SON KEZ BULUŞAN GÖZLER VE ZAMANIN DEĞİŞTİRMEDİĞİ AŞK


