Kadir Karaca
Büyük bir alışveriş merkezinin sigara içenlere ayrılan teras katındaydım. Dört yıl önce faaliyete geçen bu bina, uzun yıllar boyunca kentin eski alışveriş güzergahının ekmeğini yiyen esnafın başını çektiği kötülemelere maruz kalmıştı. Kurulduğu zeminin seneler seneler evvelinden bataklık olduğunu, eski adamların bunu rahatlıkla hatırlayacağını alimallah gün gelip içindeki müşterilerle beraber yerin altını boylayacağını, oranın havasının bu yüzden sivrisinekleri çektiğini söylüyorlardı. Bina arsasının belediye yetkililerince nasıl ranta dönüştüğünü ihtiyaç olmamasına rağmen bu yapının bazı gizli emellerin ürünü olduğunu da “bizden duymuş olmayın ama…” modunda usulca dillendirmekten de geri durmuyorlardı. Ne de olsa inşaat alanına nal gibi diktikleri levhada bile mimarlık şirketi karşısında “Amerika” yazıyordu ya yetmez miydi? Böylelikle kurdukları bu alışveriş merkeziyle yerli esnafı bitireceklerdi. Gün gelecek onlardan gayrı hiç kimseye buralarda ekmek yedirmez olacaklardı. Ama evelallah, sonra halkın feraseti bu oyunu da bozacaktı.
Yerli müteahhitlerin aksine “nal gibi levhada” yazan, iş gününde hazır olan alışveriş merkezi kelli felli adamların da iştirakiyle büyük bir coşkuyla açıldı. Bir yanda yurt çapında tanınan popçular; öbür yanda rengarenk elbiseleri, kırmızı ponpon burunlukları, ucu çiçek açmış uzun komik ayakkabılarıyla palyaçolar, toplanan kalabalığa büyük bir şenlik havası yaşattılar.
Dönerli otomatik kapıların zaman makinesi gibi insanları içine alarak bambaşka bir dünyayı aralaması, halkın merak ve coşkusuna yakışır bir karşılamaydı doğrusu. Önü alınamaz bir sel misali binanın içerisine akan insanların daha ilk günden burayı çok seveceklerine dair bir işaretti bu. Kiralanan iş yerlerinin bir kısmında bilindik markaların isimleri göze çarparken hiç azımsanamayacak sayıdaki diğer lüks mekanlarda ise çarşı esnafından tanıdık simalar göze çarpıyordu.
“Hayırlı olsun” minvali gönderilen çelenklerin arasında yerini alan eskinin “esnafı” şimdinin ise “mekan sahipleri”nin en az duruşları kadar seslerine yansıyan gurur yüklü sözleri duyuluyordu.
“ Azizim ben her zaman söylerim: Bir şeyler alıp satan kişi zamanı iyi okuyacak. Değişen şartlara göre davranacak. İnat edip de eskiye takılanın vay hâline…” deyip açılışa özel meyve suyu ikram ettiği ahbabına akıl vermeye devam ediyordu: “ Burası çok iş yapacak çok. Gelecek burada. Elin Amerikalısı taa oralardan kalkıp gelir miydi yoksa? Yaa tamam biz onlara kira veriyoruz belki; ama onlardan da vergi alıyoruz değil mi ama canım? Hem öyle dar düşünmemeli. Para yani sonunda bu. İster Amerikalı olsun, isterse Avrupalı.” diyordu. Ahbabının “Buranın zeminini bataklık falan diye duyardık.” sözüne önce bardağından koca bir yudum alarak bir an görünüp kaybolan hicabıyla, “Ya olur mu öyle şey? Aksine buranın dibi kayalık. Hatta inşaatında çalışan bir iki kepçenin küreği kırılmış falan diye duydum ben. O kadar ki yani” diyerek cevap veriyor evvelden beri burayı şehrimize kazandıran yetkililere de duacı olduklarını söylemeyi ihmal etmiyordu.
Burası başka bir âlem gibiydi. Yaz- kış sıcaklığın değişmediği geniş ve renkli salonları, insana bir tür havailik hissi zerk eden alttan, alta duyulan müziğin rehaveti; elleri lebalep çanta dolu, tasasız bir avarelikle dolaşanların kaygısız tavırları, bulaşıcı bir mahiyet taşır gibiydi. Burada bulunmayı seçenlerin ekserisinde gündelik dertlerini dışarıda bırakarak terapi görüyormuş gibi melul bir ifade okunuyordu yüzünde.
Oturduğum yerden bakındığımda genel hatlarıyla manzaranın bana verdiği şey, bir umuttu. Umudun resmini pekâlâ mutluluk gibi pek çok şekilde kağıda aktarabilirdi bir insan. Ama rengi kesinlikle yeşildi. Çünkü kök budak salarak, boy atacak yaprak açıp çiçek olacak, sonra da meyveye duracak şey illaki yeşilden çıkardı yola ve ben şu anda yeşil toz bulutlarının üzerinde gibiydim. Etrafımda gördüğüm her insanı ilerde yazacağım öykünün kahramanı veyahut ambiyansını oluşturacak malzemeler gözüyle süzüyordum.
Belki beş dönüm arazi üzerine kurulan bu koca binada umumî tuvaletlerden sonra tek para harcamak zorunda olunmayan yer burasıydı ve belki ben yaklaşık iki saattir burada oturup sabırsızlıkla bana gelecek telefonu bekliyor da olabilirdim ve belki zavallı eşimle küçük çocuklarım sırf cebimdeki üç kuruş metelikle sefaletin bir kaç adım ötesinde bulunuyor da olabilirdik. Ama bendeki şu hayal dünyası, hikâyeler yazma istidadı ve hatta resim çizme kabiliyeti olduktan sonra bunları dert etmeye değmez görüyordum. Nihayetinde ressam ve yazarlık dediğin şey ilham ve cömertliğini fakirlikte gösteren bir lütuftu. Adını tarihe yazdıran kaç sanatçı, altın emziğiyle dünyaya “merhaba” demiştir ki sanki! Yok yok, eşim aylardan, hatta yıllardan bu yana boşu boşuna günahıma giriyor; bir türlü paraya dönmeyen, ekmek olarak eve girmeyen emeğime ve çabama etmedik laf bırakmazken büyük bir yanlış yapıyordu. Meşhur olup bu işlerden çok çok paralar kazanmaya başladığımda onun o mahcup ve pişman hâlini zengin hayal gücümle karşımdaymış ve o an yaşanıyormuşçasına kafamda canlandırıyordum. Tabii ki affedecektim; ama bir parça da olsa bana inanmayarak ne denli büyük bir yanlışlık yaptığını bir sanatçıya yakışır üslubumla belli etmeyi de düşünmüyor değildim.
Vay be! Kim bilir nasıl da güzel olacaktı o günler. Çıkan kitabımın haberleri çarşaf çarşaf gazetelerde, dergilerde billboardlarda yer alacak; insanlar imza kuyruklarında büyük hayranlıkla takip ettikleri yazardan bir çift kelam ve kitaplarına işlenen bir kaç kelime için nasıl da saatlerce kuyruklarda bekleyeceklerdi. Acaba imza attığım kitabın yanına ne yazmalıydım? Sahi, hep aynı şeyleri yazacak olsam olmaz; bana yakışmazdı. İhtimal hem çoğu hevesli, insanın hayatına yön verecek bir manifesto olacaktı bu. Öte taraftan tek tek ilgilenecek olsam çok zaman geçecek ve bu arka sıralarda bekleyen hayranlarım için hiç de iyi olmayacaktı. Hem böyle bir durumda hafazanallah arbede yaşansa ve bunu medya haber olarak verse… Sonra ne bileyim, genç yaşına rağmen kariyer basamaklarını hızla tırmanan başarımı ve yeteneğimi kıskanan diğer yazarlar bunu verip veriştirmek için bir fırsat olarak görüp değerlendirseler… Of ki ne of! Gayrıihtiyari adını ve yüzünü bilmediğim müstakbel rakiplerime karşı içimde kabarıveren bir öfke oluşmuştu. N’apacaktım ben bunlarla?
Her şey bir küçük temasa bakıyordu. Onca yıldır büyük emeklerle meydana getirip kısmen sağlam bir mağaza poşetine tepeleme dolan çalışmalarım gün yüzüne çıkmak için küçük bir iltifat ile az biraz da meblağ bekliyordu. Ondan sonra domino taşları gibi her şey peşi sıra gerçekleşecek ve kendimi yıllarca hayalini kurduğum yerde bulacaktım. Sahi neden çalmadı bu telefon? Bir hayli de zaman geçti.
Bir taşra şehrinde yaşamanın en büyük sıkıntılarından birisiydi bu. Pek çok edebi yarışmaya katılmış; pek çok dergi ve yayınevine yazılarımı, denemelerimi, öykülerimi göndermiştim; ama taş duvar olmuşlar, adamakıllı bir cevap bile vermeye tenezzül etmeyerek beni derin hayal kırıklığının kör kuyularında bırakmışlardı. Her defasında bu kez olacak umuduyla sarıldığım kalem kağıt işlerimi koca çenemi tutamayarak ilerde yaşayacağımız mutluluğa şimdiden aşina olsunlar diyerek peşin peşin eş dostla paylaşmıştım. Akabinde tüm bunlar bir fil hafızasına sahip eşim tarafından kronolojik başarısızlık çeteleme bir çentik olarak işlenmesinden öte bir işe yaramamıştı. Ama bu defa başkaydı.
Dondurması ve edebiyatı ile meşhur bu kentin marka değerini tüm dünyayla paylaşmak için düzenleyeceği festival, bana uzun zamandır aradığım fırsatı sunuyordu. Böylece oturup günlerce ne yapabileceğimi düşünmüştüm. Nihayetinde dondurmanın tarihçesini güzel bir kurguyla bu kente göre uyarlamıştım.
Uzun uzadıya anlatmadan, gereksiz yere dikkat dağıtmadan evrensel bir tarzla oluşturduğum bu kısa öykü; hem akılda kalacak hem de özellikle çocukların çokça ilgisini çekecek gibi görünüyordu. Hatta resim yeteneğimin tüm hünerlerini kullanarak yaklaşık on günlük yoğun çalışmayla nihayet ortaya fevkalade başarılı çizgi roman tarzında hazırlanan bir fasikül çıkmıştı.
Bu iş için istediğim meblağ son derece komik bir rakama denk gelse de bunun bana sağlayacağı moral desteği benim için çok daha önem arz ediyordu. Uzun geceler boyunca elimde kalem kağıt, hummalı bir çabayla etrafımdan soyutlanarak giriştiğim bu mücadele karımın gözünden kaçmıyordu. Tüm ısrarlarına rağmen bu defa iş olasıya kadar ne ona ne başkasına bir şeyden bahsedecektim.
Hazırlamış olduğum çalışmayı alışveriş merkezinin en bilindik köşesinde iş tutan büyük yerli bir markaya sundum. Gösterişli, ışıl ışıl salonunda bordo renklerin hâkimiyeti göze çarpıyordu. Ellerinde tatlılar, dondurmalar ve çeşitli içeceklerin dolduğu tepsileri müşterilere servis eden garsonlardan müsait olan birisini durdurarak “ Pardon, buranın yetkilisiyle görüşebilir miyim acaba?” diye sordum. Garson, bir müşteriden çok, elinde rengi solup ismi yarı yarıya silinen içi kağıt dolu poşetiyle aşağıdan yukarıya beni şöyle bir süzdü. Sonrasında “Ne için aramıştınız beyefendiyi?” diye sordu. “ Ben ressamım. Bir proje için konuşacaktım ‘ beyefendiyle” diyerek kiminle muhatap olduğunu bilsin istedim. Nihayetinde sabahtan akşama dolup boşalan bu mekana her zaman sanatçı taifesinden adam gelmiyordu ya! Hem zaten yakında kimseye kendimi anlatmak, tanıtmak zahmetine girmeyecektim; insanlar “falancayla muhatap oldum” diyerek birbirlerine beni anlatacaktı. Ama şimdilik bu prosedüre uymaya tabiiydim. Biraz sonra oturduğum yere hızlı adımlarla mekanın sahibi olarak varsaydığım adam geldi. Yanılmamıştım. Konuşması da en az yürümesi kadar hızlıydı. Zar zor takip etmekle birlikte konuşması arasında “ hızla büyüyen markalarını”, “ yeni açılan fabrikalarını”, “ yurt dışına açılarak evrensel ölçekte bir şirket olma arzularına” dair sözleri yakalamıştım. Ayrıca gerek tavrı gerek genel duruşuyla milli ve yerli değerlere dair bağlılığı şehirlerine has kültürel ve eğitim alanındaki yatırımlarından da bahsetmişti. Ben doğrusu bu hizmetlerine hiç rast gelmemiştim. Tabii ki bunu ona söylemedim. Ama koca esnafın yalan söyleyecek hâli yoktu ya. Dinledim, dinledim, dinledim. Şirketinin kısa ölçekli tarih bilgisine ve erdeme dair olumlu iş ahlakıyla kuşanmış karakterine dair bolca malûmat sahibi olmuştum. Sanırım sıra bendeydi. Büyük bir özenle günler, haftalar süren çalışmalarımın bitmiş hâlini üzerine cam yerleştirilen masaya yaydım. Mekan sahibi bir yandan elinde göz gezdirdiği çalışmalara bakarken ben de işin teknik ve inceliklerine dair kendisini bilgilendiriyordum. Yaklaşık on dakika sonra “ Güzel olmuş, elinize sağlık. Ama keşke orkide yetişen dağlarımızdan ve dondurmanın nasıl yapıldığına dair bilgilerden de bahsetmiş olsaydınız” dedi. Bahsetmiştim. Ama sonuçta bu bir yemek tarifi olmayacaktı. Hem yerel unsurlar lehine dengenin bozulmasının hikayenin evrensel kurgusunu bozacağını söyledim. Zor da olsa ikna olmuştu. Komik olarak gördüğüm meblağ, dondurmacıyı güldürmemiş; var olan ücreti daha da aşağıya çekmişti. Uzatmayarak tamam dedim, el sıkıştık. Sonuçta ortaya çıkacak eserde adım görülecek, böylece ilk domino taşı da devrilmiş olacaktı. Bu sıralar popüler olan kareli ceketle parlak kol düğmelerinin cafcaflı modasına uyan dondurmacı bir müddet daha düşündü ve “ Tamam. Bu çalışmayı başka dondurma firmalarına göstermenize gerek yok. Bunu satın alıyorum. Ama bir defa da yönetim kuruluyla paylaşmak isterim” dedi. Bunun üzerine ücretimi ya da önden biraz para vermesini istedim. Hem festivale de çok bir zaman kalmamıştı. Sonuç olarak bu döneme özel bir çalışmaydı bu. Kaygılarımı anladığını fakat işlerin bu şekilde yürüdüğünü ve sözünün senet olduğunu söyledi. İçimdeki olumsuz düşünceleri duymazdan geldim ve inanmak isteğimin yönlendirmesiyle ne dediyse kabul ettim. Ne kadar mutlu olursam o kadar gerçekleşeceği umuduyla günleri geçirdim. Hatta yenilgiye alışkın diğer tarafımın inadına bu durumu büyük bir sürpriz olarak eşimle paylaşarak iddialı olduğumu ortaya koymuş oldum.
Dondurmacının telefonunu birkaç defadan sonra düşürebilmiştim. Sonuç olarak söylediği günde en fazla saymaktan korktuğum para kadar kalan umudumla beraber teras kattaki hasır görünümlü plastik sandalyeme oturmuş, saatlerdir bekliyordum işte. Gözüm telefondaydı. Bir an önce paramı alacak, kim bilir belki de basımı yapılan, üzerinde “yazan ve çizen” olarak adımın yazdığı fasikülü bile görebilecektim. Evet, bir hayli beklemiştim. Ama değecekti…Sahi neden bir türlü çalmamıştı şu telefon? En iyisi biraz da aşağıda beklemekti. Belki dondurmacı gelmiş ve aramayı unutmuştu, değil mi canım? Olamaz mıydı yani? Zaten ellerinde şeffaf eldiveni üzerinde solmaya yüz tutan kırmızı cepkeni olan şu temizlikçi, herkesin aksine bir dal cigara bile içmeden saatlerce bir kafedeymişçesine oturan benden işkillenmiş gibi duruyordu. Belki de adam benim farkımda bile değildi. Ama artık kalkmam gerektiğini biliyordum.
Cam kapılı lüks kafede ürkek adımlarla ilerledim. Bir önceki geldiğimde beni karşılayan garsonu tanımıştım. Hoş, o beni yine tanımamıştı. Tepeleme dolu masa ve sandalyeler arasında zor bela kendime bir yer bularak “İhtiyar Balıkçı ve Deniz” adlı yarım kalan kitabıma kaldığım yerden devam ettim. Yüz küsur baskı yapan, filmleri çekilen, ödüllere doymayan bu novellada seksen dört gündür oltasına balık vurmayan yaşlı bir adamın hayat mücadelesi anlatıyordu. Pek yakınlık sezemediğim garsonu yanıma çağırarak patronunu sordum. İçeriye sorup geleceğini söyleyerek benden aldığı siparişle beraber içeriye doğru yürüdü. Koridorun sonundaki loş odaya gelince garsonun gözle görülür derecede değişen duruşuna bakılırsa dondurmacıyla konuşuyor olmalıydı. Heyecanlanmıştım. Nihayet, umudumun filizlenip yeşile çalacağı an, bu an; yer ise tam olarak burasıydı. Hele hele o kare ceketi ve parlak kol düğmelerinin bir iki görüntüsünü de yakalayınca tam olarak emin olmuştum.
Biraz sonra çay ve abur cuburlarla garson geldi. Siparişleri masanın üzerine ivedi hareketlerle yerleştirirken “Patron yokmuş abi. Bugün gelmeyecekmiş. Bu aralar yoğun biraz” deyip cevabımı bile beklemeye tenezzül etmeden hesap kartını bırakıp geldiği gibi uzaklaştı. O anda ne denilir ya da ne yapılabilirdi? Kalkıp gitmeli miydim, yoksa sözüm ona “sözü senet” olan dondurmacıya bir çift laf mı etmeliydim, bilemedim. Aklıma “ bırak bu boş işleri” diyen eşim geliyordu. Olmamıştı ve belki de hiçbir zaman da olmayacaktı. Belki ben de yaşlı adam gibi boşuna kürek çekmiş, boşuna yormuştum kendimi ve sevdiklerimi. “Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar.. “ diyen Santiago gibi kader pusulasında ibrenin her daim kaybeden olarak gösterdiği bahtımı kabullenerek çayımdan son bir yudum daha aldım. Cebimdeki son kuruşları dondurmacıya bırakarak iki elim cebimde oradan uzaklaştım.



