Yazar Hakan Cucunel
İkinci Bölüm
Er gazinosunda masadaydık. Bütün tugay uyuyordu. Gecenin üçünü geçiyordu saat. Çay içmekten midemiz bulanmıştı. En son konuşulan konu, İlçe Savcısının ne kadar ters olduğu ve Başhekimin suratsızlığıydı. Hafızamı zorladım. Yok, gerçek açlıktan söz ettik en son. Ondan önce de Ümit bize otobüs kullanmayı ne kadar çok sevdiğini anlatıyordu. Sonra Ümit, “Hocam, nohut oda, bakla sofa” ne demek diye sordu. Babaannesi büyütmüş bunu, o söyler dururmuş. Anlattım, en son konuşulanlar bunlardı.
Ali Rıza, bu konuya nasıl geçti? Nasıl bir çağrışım zenginliği vardı bu adamın? Yoksa baştan beri anlatmak için sabırsızca beklediği tek şey, ufak tefek dediği kız ve nasıl öpüştüğü müydü? Benim de kafam karıştı. Ortam da biraz değişti tabii. Böyle konular pek konuşulmuyordu. Sabahın üçünü geçiyordu saat. Kantinin sağ tarafındaki pencerelere baktım. Camlar donmuştu, hep donuyordu zaten. Dışarının karanlık olduğunu biliyorduk ama dışarıyı görmüyorduk. Tunceli-Hozat yolu bu donan camların arkasındaydı. Ertan, bana baktı. Ne diyeceğimi merak ediyor. Ümit de merak ediyordur. Ali Rıza, konuyu buraya nasıl getirmişti onu anlamaya çalışıyordum. Bulamadım, anlatacağı varmış. Ben bir şey söylemeyince, kızardı yanakları. Bir şey diyemedim. Ne diyeyim. Yersiz bir konuydu. Bari sus. Yok, susmaz. Kafasındakileri anlatacak. Ekledi:
-Bir de gülüşü vardı. Gördüğüm gülüşlerin en kadını, Ertan yine bana baktı, ben saate baktım. 03:20.
-Uykusuz kalınca içine şehvetli bir şair kaçıyor herhalde senin, dedim. Yarım güldü, kızardı. Bir şaire benzetilmek hoşuna gitmiş olmalıydı. Durur mu yapıştırdı cevabı,
-Niye hocam, senin öykünde de geçiyor bu, dedi. Bu defa da Ümit baktı bana.
-Ulen, öykülerden koparıp bize mi satıyon sen? Dedim.
-E hocam, sen dememiş miydin, bütün yazarlar böyle yapıyor diye? Ümit dedi ki:
-Oğlum edebiyat bir sanattır.
İyi de “edebiyat sanat değildir.” diyen olmamıştı ki? Cümle bundan ibaretti. Başka bir şey söylemedi. Ümit de uykusuzluktan sarhoşlamıştı galiba. Başımı salladım. Bir buçuk saat sonra içtimaa çıkacaktık. Sonra da kahvaltı yapıp uyuyacaktık. Neredeyse yirmi saattir uyumamıştık. Genelde üzerimizdekilerle uyuyorduk. Uyanmak daha kolay oluyordu soyunmadan uyuyunca. Ali Rıza, bana bakıyor hâlâ.
-Kalk masadan, kalk, dedim kızdım, kafamı sağa yatırarak. Hemen kalktı, suçlu suçlu yüzüme bakıyor. Ekledim “kalk git çay getir”. Öğrencilerime söylediğim tonda söyledim. Bir şey demedi, hemen kalktı. Uzun boyluydu. Tepeden biz oturanlara değil yalnızca bana baktı. Kuru göt olduğundan, belinde durmuyordu kamuflajı. Palaskayı sonuna kadar sıkardı. Ertan:
-Ne güzel anlatıyordu Ali Rıza, dedi. Aslında güzel benzetmeydi. Dudaklarını kemirmiş kız bunun. İlk öpüşmeler öyle oluyordu galiba. Benim mangaya bir şey olmuştu canım. Böyle konular hiç konuşulmaz normalde. Çok uykusuz kaldık. Ondan oldu kesin.
Hozat yoluna baktım. Görünmüyordu ama oradaydı. Ali Rıza Efendi, yeni çayları tepsiye sıralıyordu. Aklıma geldi ya da gelir gibi oldu. Doğruydu. İlk, olduğunda sahiden güzeldi bu öpüşmeler. Ama şu an aklımda yalnızca konteynere gitmek, ranzaya uzanıp uyumak vardı. Ali Rıza geldi. Şekerleri yine avucuna doldurmuş. Kızdık, bağırdık, “Şu şekerleri boş bir bardağa koy”, yok, yel götürüyor. Çelik bardakları takır tukur indirdi masaya. Çayları ağzına kadar doldurmuş masayı da ıslattı. Oturmasını, kuru götünü tabureye yerleştirmesini, çayına uzanmasını bekledim
-Bu ne Ali Rıza? dedim.
-Ne olacak çay, hocam. Vallahi uykusuzluk sana iyi gelmiyor, dedi bir de. Masadaki kırıntılardan ve ıslaklıktan nefret ettiğimi unutmuş gibi yapıyor.
-Kalk kalk kalk, çabuk kantinciden bez al burayı sil ondan sonra otur. Öyküde geçiyormuş, dedim bir de yine tonu hiç düşürmeden. Hiç bozulmadı. Üşenmedi. Atı yörük maşallah.
-Hocam, diye itiraz edecek oldu, fırsat vermedim
-Kalk ulen dedim, fırladı. Bezi getirdi, işi ve işlemleri bitirdi. Geldi yine aynı seremoniyle oturdu. Parkasının cebinden çıkardı. Bisküvi de almış. Masaya bıraktı. Bana bakıyor. Takdir bekliyor.
-Hocam, bisküvi de aldım, deyip güldü. Bana uzattı paketi. Pay etmek benim işim.
-Görüyoruz, dedim. Hiç yüz vermedim dudak kemirme ve öpüşme konularına geri döner diye. Bir hevesle bekliyor çaya bandırmak için. Açtım, kardeş payı yaptık. Payıma düşenin bir tanesini de ona verdim. Buna çok seviniyor. “Hocam, gerek yoktu” demesiyle bisküviyi bardağa daldırıp yutması bir oldu. Hep veririm. Vereceğimi bilir. Biz de çaylara bandırmaya başladık ki, Zayittin Astsubay girdi kapıdan. Yarı yarıya karla kaplıydı. Kar maskesini çıkardı. Ellerinde yün eldivenleri vardı. Ayaklarını sertçe yere vurup üzerindeki karları döktü. İçeride sıcakta oturuyorduk ne güzel. Kapıyı açmasıyla içeri buz gibi hava kısa süreliğine saldırdı sanki. Soğuk, saldıran bir hayvan gibidir. Isıran ve bekleyen yeniden ısırmak için. Selam verdik:
-Kalkın oğlum, kalkın görev var, dedi. Saate baktım, on dakikamız vardı aslında görevin bitmesine. Teçhizatları yüklenecektik, Nizamiye kapısına gidecektik. Kamyona binecektik. Bisküvileri attık ağzımıza, çaylar kaldı. Kar başlıklarını ve eldivenlerimizi takıp, teçhizatları yüklendik.
Dışarıda kar yağmıyordu. Gökyüzünün büyük kubbesi parça parça kırılıp dökülüyordu sanki. Rüzgâr, bu cam kırıklarını sertçe yüzümüze, ellerimize çarpıyordu. Sanki kesiyordu yüzümüzü. Kaç derece Ümit, dedim. Ümit termometreye baktı. Hocam -28 dedi. Ali Rıza:
-Hocam, derin dondurucu bile -16 demi, dedi. Doğruydu da bunu defalarca söylemiştik daha önce. Yanıt vermedim. Tekrarladı “Hocam, derin dondurucular bile…” devam edecekti ben “Evet Ali Rıza, evet” dedim. “Gördün mü Ertan Efendi?” diye sordu. Ertan’la bu konuyu konuşmamışlardı bile aslında. Kademenin önünden geçerken bir yerinin donduğuyla ilgili bir de espri yaptı. Bundan sonra katiyyen işe yaramayacağını da söyledi. “Katiyyen” sözcüğünü ikinci defa doğru anlamıyla ve çift “y” ile cümle içinde kullanıyordu. Gülmedik. Espri yaparken zamanlaması hep kötü olmuştur. Kimse gülmedi. Gülmüyoruz, bir de surat asıyor. Surat asınca da benimle aynı hizaya gelir, yan yana yürür. Şimdi görev bitecekti. Karnımızı doyurup uyuyacaktık. On dakika kala olacak iş değildi. Nizamiyeye yürüdük. Yol uzadı da uzadı. Hozat’a bakıyorum arada bir. Sanki terk edilmiş. Dünya terk edilmiş hatta. Hiç insan yok gibi. Tamamen insandan arınmış bir dünya kim bilir ne kadar güzel olurdu. Yukarıda fırından poğaça kokusu geliyor. Nöbet tutan askerler birer heykel gibi hareketsiz. Ali Rıza:
-Hocam, senin hiç oduncu gömleğin oldu mu? dedi. Ertan yine bana baktı. Artık bir şeyler söyle şuna der gibi.
-Sen de mi bunu merak ediyorsun Ertan, dedim. Ertan şaşırdı. Zaten uykusuz kalınca alıklaşıyor bu oğlan. Öylece baktı.
-Benim vardı, dedi. Dudaklarını kemiren kızdan buraya nasıl gelmişti? Ama o kızı da düşünmeye başladı aklım. Nasıl bir şeydi acaba? Sonra da oduncu gömleği denen gömlek girdi aklımdaki düşünme bandına. Botlarımızın altında ezilen karın gıcırtısı, sabahın en sert ayazı, bir yere göreve gidiyoruz, adamın aklına gelen, oduncu gömleği.
Lise birinci sınıftaydık. Sınıfta hali vakti olanlar hemen almışlardı Ali Rıza’nın dediği gömleklerden. Sahi ya. Benim yoktu. Pahalıydı ilk çıktıklarında. Küçük kardeşim benden uzun olduğundan onun kısalan pantolonları bana uydurulurdu. Onun küçülen gömleklerini ben giyerdim. Kolları uzun gelirdi. Hayatımda ilk sıfır ayakkabıyı üniversite birinci sınıfta giymiştim. Yokluğu, ayakkabılar kadar açık eden başka bir şey yoktur. Dikişli, tamirli ayakkabılar. Eskidiklerinde, bunu bağırırlar yerli yersiz. Yalanları yoktur ayakkabıların. Harbicidir ayakkabılar. Saklamak istedikçe daha da ortada dururlar.
-Olmadı Ali Rıza, dedim. Düşündüm. Üniversiteyi kazandığım yıl galiba Maltepe’den aldığımda artık üç dört sene öncesinin modasıydı ve ucuzdu. Pek bir anlamı da kalmamıştı hani. Bir de her şey zamanında güzeldi galiba. O kadar gençken insan, her şeyi başka türlü bir iştahla istiyordu. Giysileri bile. O iştah, geçen her yıl biraz azalıyor herhalde. Ben giydiğimde kimsenin giymediği şeylerdi artık onlar. Yine de sıkça dokunurdum gömleğimin yakasına:
-Ulen, nerden aklıma geldi ki şimdi oduncu gömleği, diye sordum.
-Yaaa gördün mü? dedi.
-Neyi gördüm mü oğlum, dedim. Benim de olmadı hocam vallahi, dedi. Ümit,
-Hocam, yok yere yemin ediyor yine, dedi. Ali Rıza,
– Yemin mi ettim hocam ben şimdi? diye sordu. Bir şey diyecek halim yoktu. Yüzüne baktım. Güldü serseri. Şirin it.
Kamyonun yanındaydık, “Araç bin” komutu verildi. Araca bindik. Askerde emirler kısa ve nettir. Birazdan “Araç in” denilince de inecektik. Kamyon, hareket etti. Güçlü homurtusu, sarsıntısı uyandırdı iyice bizi. Nefesimizin buğusu yükselince kirpikler hemen donuyor. Soğuk. Konuşacak halimiz yok. Boynunu çevirmek bile gereksiz bir enerji kaybı sanki. Kalın homurtularla, zincirli tekerlekleriyle karları eziyor kamyon. Bütün doğa kar beyazının esareti altında. Bu beyazlığa ağaçlar bile isyan edemiyor. Beyazlık. Beyazlık, karanlıktan daha ürkütücü. Göz, karanlıkla baş ediyor da beyazla edemiyor. Uyuşuyor ya da uyuyor. Sarsılıyoruz. Arada bir derince çukurlara girip çıkıyor tekerlekler. Zıplıyoruz. Bazen kayıyor içimiz bir fena oluyor. Munzur Deresi sağımızda kaldı, derin bir vadinin tabanında akıyor. Geçitlere girmeye başladık.
Nereye gidiyoruz? Bir köyde üç kişi donarak ölmüş. Muhtar bulmuş.



