Yazan: Ayşin Çoban
Aklı değil gönlü deli kadın…
Dört bir tarafı dağlarla çevrili, engebeli arazinin üzerine konumlanmış Eruh köyünün asi kızıl saçlı kızı. En büyük korkusu, köy işlerinden kaçamak yapıp oynadığı oyunlardan mahrum
kalmak olan sert bakışlı küçük kız. Henüz bilmiyordu. O daha büyümeden korkuları büyüyecekti. Küçücük yüreğine kilitler vurulacak; sevmemenin sevilmemenin ne demek olduğunu anlamadan, aşkı tanımadan, aniden çocukluktan koparılıp oyunları, düşleri elinden
alınacaktı. Böyle bir başlangıç yapacaktı hayata. Daha tomurcuk gülken koparılıp solması beklenecekti. Her güzellik yanında bir kefaretle doğar. Onun güzelliğinin kefareti çocukluğu olacaktı.
İlin en işlek meydanında elinde sopası, kızıl saçlarını özgür bırakarak yemenisini ailesinin örfüne uygun olarak sadece anlına bağlayan, tek bir ekmek parası için geleni gideni durduran kadın deli Fadile. Ona deli diyenlere “Ben miyim deli yoksa beni Elâzığ’a gönderen
kocam mı?” diyerek başından savan bu kadına, günün her saatinde rastlanılırdı. Kimi onun bu meczup halinden yararlandı, kimi ise merhamet edip cebindeki son kuruşu çıkarıp ona verdi. Boş biri değildi. Öyle sözler derdi ki kendini akıllı zanneden insanları şaşkına çevirirdi. Yaptıkları hayata dair mücadelesiydi sadece. O dönemde, kimsenin cesaret edemediği bir başkaldırıştı.
Fadile yöresinin en güzel ve en akıllı kızıydı. Köy meydanındaki çeşmeye inip su taşımaktan fırsat buldukça oyun oynamaya kaçamaklar yapardı. O günde komşunun bahçesinden aşırıp
cebine doldurduğu fıstıkları yeme fırsatı bulamadan, geciktiğinin farkına vardı. Annesinden işiteceği azardan korkarak, hızla su doldurduğu beyaz bidonları yüklendi ve evin yolunu tuttu. Cebindeki fıstıklar tıngırdarken annesinin elleriyle diktiği kırmızı çiçek desenli pijamasına suyu damlata damlata eve varmıştı. Yüksek duvarlı bahçenin demir kapısını açıp içeri girdi. Her geç kalışında bağır çağır azarlayan annesi, bu kez sus pus onu bekliyordu. Üstelik beyaz leçeğini yaşmak yapmış, sessizce “Hadi hadi doğru eve!” diyordu. Evin ön kapısından
girmeye kalkınca, annesinin fısıldayan uyarısıyla arka kapıya yöneldi. Kapının önündeki erkek ayakkabıları, evde yabancıların olduğuna işaretti. Allı morlu basma pijamasına damlayan sular, köyün tozlu yollarıyla buluşunca çamurlaşmıştı. Önce kızının üzerini şöyle bir süzdü, gür kızıl saçları tek örüğe sığmaz iki örükle zapt edilirdi. Birbirine giren saçlarını yeniden örmeye başlarken, yengesine işaret ederek “Hadi çabuk!” dedi. Saçlarından fıstık ağacının ufak tefek çöpleri çıkınca ‘’Hay kızım! Sen büyümeyesin emi!” diye bir beddua etti. Fadile için iyi bir şeydi. Çünkü o henüz oyun oynamaya doymamıştı. Dolayısıyla büyümek istemiyordu. Oysa bu duanın anlamı “Bu yaşta kalasın, bu yaşın ilerisini görmeyesin, ömrün bu yaşında son bulsun” demekti. Ömrün kısa olması için mezar taşına ihtiyaç yoktu. O topraklar, diri diri gömülen kız çocuklarıyla doluydu. Fadile o gün gömülecekti, ona dayatılan kaderin kara toprağına…
Yenge elinde pembe mor çiçek desenli entariyle içeri girdi. Bunu görünce çok şaşırdı. Yengesinin nişan kıyafetinin o günle ne alakası vardı? Daha önce ısrarla giyinmek istemiş, hep olumsuz cevap almıştı. Saç örgüsünü bitiren annesi “Hadi hamama git giyin gel.” deyince garipsedi. Köyde düğün yoktu, üstelik bayrama daha çok vardı. Şaşkınlığının yerini sevinç alınca sonuç itibariyle o entariyi giyinecekti. Koşarak gidip giyinip geldi. Etekleri zil çalıyordu mutluluktan. Bir o yana bir bu yana dönüyor, neşesi yüzünde allardan güller açtırıyordu. Sonra içeri geçip misafirlere hoş geldin demesi istendi. İçeri girince amcası ve eşi oturmuş, bir iki de yabancı kadın onu baştan aşağı süzmeye başlamıştı. Aklına gelen şey olamazdı. Çünkü daha on iki yaşındaydı. Annesine takıldı gözleri bir an. Yaşmağın arasına süzülen gözyaşlarını görünce, gözleri dolu dolu etrafa, sonra tekrar annesine baktı. Annesi sessizce “Git kızım ekmeğinin peşine git.” deyince “Babamın ekmeği mi bitti ki ekmeğimin peşine koşayım?” diyerek hızla kendini mutfağa attı. Onun bu isyan sözlerine ‘Henüz çocuktur anlamaz. O, hem ağlar hem gider” Çocuk olduğunu bilerek hiçe sayıldı bu isyanı. O gün, o allı morlu entariyi sevdiği için kendinden nefret etmişti.
Ellerinin kınası, başına örtülen al yemenisi, iki koluna izbandut gibi girmiş koca kadınlarla baba ocağına son kez baktı. Göz pınarlarının bendini aşmamak için kendini zorluyor, gözlerini annesinden kaçırıyordu. Birkaç dal çiçekle süslenmiş gelin arabasına binince annesine son kez bakamadığı için derin bir pişmanlık duydu. Arabanın arka camına dönüp gözleriyle onu aradı. Komşu kadınların kollarında zor ayakta duruyordu. Yine de ağlamadı onun için. Bir anne çocuğunu bırakır mıydı? En çok gücüne gidense o son sözüydü (ekmeğinin peşine git). Bu sözü hatırladıkça baba evinin tıka basa dolu kileri aklına geldi.
Çeşit çeşit yemişler, arıcılık ve hayvancılıkla uğraştıkları için bakraç bakraç yoğurtlar, ballar daha neler neler… Varlığı ne diye fazla gelmişti ki ailesine? Bunları hatırladıkça daha çok üzülüyor, kahroluyordu. Ama o anlamazdı, o henüz çocuktu.
Hummalı hazırlıklar başlamıştı koca evinde. Beş altı koyun kesilmişti. Yemek kazanları fokurduyordu ocakların üzerinde. Gelin konvoyunu görür görmez, küçük kız çocuğu özenle arabadan indirilip misafir salonunun başköşesine oturtturuldu. Ceviz ağacı oymalı koltuk takımlarının arasına boydan boya yer sofrası serilip ikramlara başlanmıştı. Yüzündeki al yemeninin altında toplanan kadınları izlerken, “Benim burada ne işim var?” diye söylendi sessizce. Yüzü açılıp gelen misafirlere “İşte gelinimiz” diye sergilenince, güzelliği
karşısında herkes hayranlıkla bakakaldı. Hayranlığın yanı sıra şaşkınlıkta karışmıştı bakışlara. Çünkü daha on iki yaşında, küçük bir kız çocuğuydu gelin dedikleri.
Bedel karşılığı geldiği koca evinden düğün gecesi kaçıp köyündeki baba ocağına gelmeyi başarmıştı. Fakat verilen söz tutulmalıydı. Yoksa bedel anlaşması bozulur, aileler arasında
husumet çıkabilirdi. Amcası onu affederek tekrar geri götürdü. Çocukluğun verdiği hırçınlıkla gelinlik yapmayı reddedip tam beş kez baba ocağına kaçarak sığınınca amca bedel anlaşmasını bozmadan gelinini geri getirmeme kararı aldı. Böylece o çok özlediği baba ocağına kavuşmuştu. Tabi bu durum yeni sıkıntıların başlangıcı olmaktan öteye gidemezdi. Bir evde hem çok güzel hem dul genç bir kadın olması aileye zorluk yaşatacaktı elbet. On beş yaşında yetkili bir adam onun bu çaresiz durumundan faydalanınca babası onu bu kez komşu ilin köy imamıyla evlendirmek zorunda kaldı. Artık baba ocağı uzak diyardı. Kızının hakkını
arasa da tüm kapılar kapanmıştı çaresiz babanın suratına. Tek çözümün bu evlilik olduğunu düşünerek bir kez sırf abisini kırmamak için kurban ettiği kızını, ikincisinde çare bulmak
adına kurban verdi. Bu kez durum farklıydı. Ya yaşının verdiği az da olsa olgunluktan, ya da yaşadıklarının ağırlığından olsa gerek, ikinci kocasını evini benimsedi Fadile. Uzun yıllar evli
kaldı ve bu evlilikten beş oğlu dünyaya geldi. O dağların asi isyankâr kızı gitmiş, yerine analık şefkatiyle dolu bir kadın gelmişti. Her geçen gün hayata uyum sağlıyor, çocuklarını büyütme çabasıyla yaşamına devam ediyordu. Fakat on iki yaşında ona dayatılan kader peşini bırakmayacak, doğduğu evin yazdığı yazgıya itiraz edip başkaldırdıkça yakasına yapışacaktı kara bahtı. Derler ya; yazgınla savaşman da bir yazgıdır. Fadile de ömrünü, mücadeleyle geçirecekti.
“HAYAT BELKİ DE RENGÂRENKTİ, BİZİM BAHTIMIZA KARAÇALINDI”
Hayat, saçlarındaki beyazlara aldırmadan takıp takıştırdığı renkli tokalar kadar rengârenkti. Sadece onun bahtına kara çalınmıştı. Bu kara silinecek gibi değildi. İkinci eşi imam, tekrardan evlenmek isteyip Fadile’nin üzerine kuma getirmek istedi. Bunu asla kabul etmeyince ona deli muamelesi yapıp otuz gün boyunca ruh ve sinir hastanesine yatırdı. Bunu duyan baba, tedavisi tamamlanınca kızını alıp evine, baba ocağına geri getirdi. Fadile artık o eski kadın değildi. Canı pahasına kalmak istediği baba evinde, çocuklarının özlemini çekemedi. Kimseye anlatamadı bunu. Herkes ona “Burada kal, kocan seni istemiyor” dedi. Her isteğine kocalar mı karar verecekti? O çocuklarını istiyordu. Ne kocasının onu istememesine ne de burada kal diyenlere kulak asmadı. Eruh’tan Van Erciş’e tam bir ay yürüyerek vardı. Taşlı yollar bile onu
durduramadı. Kocasının kapısına yorgun argın çöktü. Elindeki sopasıyla kapıyı tıklatınca kuması açtı. Yüzünü ekşiterek “Ne işin var burada?” deyip kapıyı suratına kapattı. Soğuktu ve
kocasının camiden dönmesine daha çok vardı. Orda öylece bekledi. Tek istediği çocuklarına kavuşmaktı. İmam efendi kapıya vardığında gözlerine inanamadı. İçten içe üzüldü hayat
arkadaşının bu durumuna. Alıp içeri götürdü, sobanın yanında bir kâse çorba içirdi. “Ne işin var burada Allah aşkına? Kır dizini otur babanın yanında.” deyince, “Evlatlarımı özledim,
hiç bu özlemi tattın mı imam efendi?” diye karşılık verince kocası vicdana geldi. İkinci karısına bakarak “Kalabilir.” dedi. Ama nafile, kadın kesinlikle kabul etmedi “Ver Allah’ın hatırına be kadın! Ne zararı var sana?” bunu duyunca tek şartla kabul etti. Odunlukta kalacak, evin içine asla gelmeyecekti. İmam Fadile’nin yüzüne baktı, o “Tamam” dedi. Çünkü çocuklarını her gün görebilecekti. (Anne çocuğunu hiç bırakır mı?) Annesinin yaptığını yapmadı, kilometrelerce yolu tek yoldaşı asasıyla yürüyüp geldi. O annesi tarafından terk edilen bir çocuktu, bunu çocuklarına yaşatamazdı. Yıllarca o odunlukta yaşadı, her gün
çocuklarını öpüp kokladı. Ta ki imam kocası vefat edene kadar. O öldükten sonra kuma kadın başka bir adamla evlendi. Beş oğluyla birlikte Fadile’yi de istemedi. Ortanca oğlu dayanamadı intihar etti. İki büyük oğlu büyük şehirlere gidip yerleşince iki küçük oğluyla kala kaldı. O odunlukta bile yeri olmadı. O da çocuklarını alıp şehir merkezine gelerek, belediyenin kapısını aşındırdı. Ona iki çocuğuyla sığınabileceği bir baraka verdiler ama bir de
çocuklarını doyurmak için ekmek parası gerekiyordu. Sabahın erken saatlerinde çıkar, beş yol meydanda ekmek parası için dilenirdi. Akşam olunca barakasına gider, yavrularının karnını doyururdu. Dilencilik değil direnişti. Delilik değil dayatılan haksızlıklara başkaldırıştı. Gelinlik değil çocukluk istemişti ve annesinin deyimiyle ekmeğinin peşindeydi. Çocuklarının büyüyüp onu bırakacaklarını bilmesine rağmen, tek derdi yine onlardı.
Halk onu benimsedi, yardımlarını esirgemedi. Dediğim gibi, kimi onun meczup haline merhamet etti, kimisi de onun çaresiz halinden faydalandı. Bir çocuğu daha doğdu. Hastanede yüzünü bile görmeden yetimhaneye verilince o hastaneyi ebelerin başına yıktı.
“Verin çocuğumu!” diye etrafı darmadağın etti. Sonra bir müddet daha tedavi gördü, fakat o sanılan gibi deli değil çocuğunu bırakmamak için direnen bir anneydi. Müsaade edilse, fevkalade bir hayatı olmayacaktı belki ama o da her anne gibi çocuklarının başında duracaktı, ölene dek.
Elinde iki ekmek, birkaç tane çikolata yine barakada onu bekleyen çocuklarına götürüyordu.
İçeri girdiğinde baraka boştu. Başını önüne eğdi, gideceklerini biliyordu. Biraz deli, üstelik dilenci bir kadını anne olarak kabul etmezlerdi. “Olsun.” dedi kendi kendine. “Ben onları bırakmadım ya…”
Kuşlar yuvadan uçup gitmişti ama Fadile için hayat devam ediyordu. Yine sokaklarda dilenirken trafik kazasından ayakları tutmaz olunca, koruma altına alındı.
O artık sokaklarda olmasa da sokak duvarlarında kocaman resimleri çizildi ressamlar tarafından. Şehrin efsanevi kadını ve simgesi oldu. Hayatı genç bir gazeteci tarafından kaleme alınıp roman oldu. Yani deli değildi. Sadece ona dayatılan örfe karşı dimdik duran,
çocukluğunu ve çocuklarını elinden alınmasını istemeyen bir kadındı. Öyledir ya; kadın çoğunluğa başkaldırsa ya akıl hastasıdır ya edepsiz…
“Birkaç satırlık cümleye iliştirdim yüreğimi
Ve susturdum isyankâr sözlerimi,
Bir yürek çıkmazında takılı kaldı hayallerim,
Çığlık çığlığa susturdum diyeceklerimi.”
Editör: Çağlar Didman
15/09/25


