14.3 C
İstanbul
Cuma, May 10, 2024
okuryazarkitaplar
Image default
Manşet

Pınar’la İstanbul Lezzetleri-3

Yazar: Pınar Baykara KAPTAN

Selamlar Güzel Ülkemin Güzel İnsanları,
Ben bu işi seviyorum. Gezmek ayrı lezzet, gezip yazmak ayrı lezzet… Gezerken yediklerim apayrı bir
lezzet!
Yeni ve tazecik bir İstanbul yazısı ile sizinleyim. Bu kez Haliç’e uzanıp sol cenahtaki Fener ve Balat’ı ziyaret ettik. Onlar İstanbul’un en kıdemlilerinden… Ziyarette biraz geciktik umuyoruz ki gönül koymamışlardır. Neler biriktirdinİz derseniz…
Haydi buyurun, lezzetli okumalar olsun. 🙂

Bölge: Fener – Balat
Mekân: AGORA MEYHANESİ (1890)

Şehir Hatları’nın Haliç hattı ile Üsküdar’dan Eminönü’ne geldik. Acıkmış karınlarımıza çeyrek simitle sus payı verip Ayşegül ile buluştuk. Haliç sahil boyunu kullanarak karayolu ile Balat’a ulaştık. Eminönü – Balat arası araçla 10 dakika mesafede. Dilerseniz, Eminönü’nde inmeyip devam edebilir. Ayvansaray İskelesi’nde inip kısacık bir yürüyüşle de Balat’a ulaşabilirsiniz. Aslında bu hat, İstanbul’ un en lezzetli rotalarından biridir. Başka bir gezinizde, simit ve çay eşliğinde son iskele olan Eyüp’ e kadar gitmenizi tavsiye ederim. Tarihi yarımadanın Haliç – Altınboynuz bölgesini deniz yoluyla da tecrübe etmiş olursunuz.


Hakan’ la 13.30’ da Balat’ta ilk durağımızda buluştuk. Burası yine ve elbette ki Lezzet Dairesi Midesel İşler Genel Müdürlüğü’nün pek meşhur ve sükseli bir şubesi: Agora Meyhanesi (1890)

1890 önemli çünkü aynı bölgede 3 tane Agora Meyhanesi var. Biz öğle yemeği rezervasyonu yaptırarak gittik. Mütevazı bir girişten girerek bahçe kısmına geçtik. 50 yaşında çok iyi bir cins olduğu söylenen üzüm asmasının altında oturduk. Az sonra sahibi Ezel Akay gelip bize “Hoş geldiniz.” dedi. Masamıza misafir oldu ve bize mekânı ve masaya servis edilen lezzet mücevherlerini anlattı. Balat’ n yerlisi, lezzetin peşinde koşan, mavi gözlü, kocaman bıyıklı bir bilgi küpü… Ne söylediyse çılgınca kaçırmama ve zihnimize kaydetme isteğiyle büyülenerek dinledik. Kısacık da ben aktarayım sizlere. Agora, Grekçe’de bütün sokakların buluştuğu, ahalinin toplanıp karar alıp fikir paylaştığı meydan demekmiş. Kaptan Asteri, sevdiği kadın uğruna kaptanlığı bırakır ve 1890 yılında Balat’ın tüm sokaklarının buluştuğu meydanda bir meyhane açar ve ismini Agora koyar. Yıllar sonra önce oğlu Stelyo, ardında da torunu Hristo Dulidis burayı devralır. 6-7 Eylül olaylarında (1955 yılı) büyük bir yangın geçirir. Yıllar içinde popülerliği artar. Cahide Sonku’dan Nazım Hikmet’ e çok sayıda müdavimi olur. Tam tamına 286 yeşilçam filminin meyhane sahnesi burada çekilir.

Slide

Seneler sonra Ezel Akay ve 3 arkadaşı büyük bir işe soyunuyor ve 2014’te 125 yıllık bu efsaneyi İstanbul’a yeniden kazandırıyorlar. Bilinenin aksine o meşhur şiir burada değil aslen İzmir’in Agora semtinde İzmirli bir doktor şair olan Onur Şenli tarafından yazılıyor 1959 yılında, Üstad İsmet Nedim Saatçi tarafından bestelenip kulaklarımıza ve gönüllerimizde yer ediyor. İzmir’in Agora’sında yazılmış bir şiirin notalarla ete kemiğe bürünmesi ve dahası İstanbul Balat’taki aynı isimli meyhaneyle özdeşleşmesi tarihin mi kaderin mi bir cilvesidir bilinmez ama Rahmetli Zeki Müren’in bu eseri muhteşem okuduğunu zannediyorum ki bilenimiz çoktur.

Nostaljiye bir es verip nakış gibi işlenen masamızı size dilim döndüğünce anlatmak istiyorum. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz manzaranın merkezindeki büyük tabakta çatallık miktarda yani tadımlık soğuk mezeler bulunuyor. Kırmızı köz biberin sağındaki “akulçapa” benim ilk defa duyduğum bir meze. Beyaz lahana sarımsak kişnişten mamul… Ezel Akay akulcapayı kendisi yapmış çok özel bir lezzet… Ahtapot bacağı, cevizli “skordalia” (sarımsak ezmesi), giritli, yeşil erik mezesi, kırmızı biber vb çeşitleri orta onludaki grupta görebilirsiniz. Sağdaki renkli güzeller, ekşili ve turşu formunda masamıza intikal etti. Üstteki kırmızıdan başlayarak sırasıyla taze zencefil turşusu, taze biberiye, sarımsak turşusu, şevketi bostan kabuğu turşusu ve zamanında sadece padişahlar için yapılan taze nane turşusunu sayabilirim. Sol kanatta kırmızı et varyasyonları yer alıyor ki bunlar da yine üstten başlayarak: dil füme, kuru sucuk, kuzu göğüs ve kuzu başı. Sağ alttaki eser Ermeni mezesi olan Topik.. İrmik helvası görünümünde yumuşak formda, bir miktar tarçın serpilerek servis ediliyor, nohutun çok küçük bir miktar tahin ile sakinleştirilmesiyle kıvama geliyor. Fotoğrafın en alt kısmında göreceğiniz tabakta beyaz peynir Kırklareli’nden 1 yıl bekleyip demlendikten sonra geliyor. Ve koleksiyonun son parçası, Boğaz Torik’ inden yapılan lakerda. Hepsi lezzetli şüphesiz ama gönül telime biraz fazlaca değenler şöyle; kuru sucuk, füme dil, lakerda, skordalia, giritli, akulçapa, sarımsak turşusu, beyaz peynir. Tavsiye ediyorum.

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı image.png

Ara sıcak olarak ise kalamar ızgara ve parmak ciğer aldık. Kalamar iyi, ciğer muhteşemdi. Damağımda bıraktığı lezzet o kadar seçkin ve yüksek ki, daha önce böylesini tatmadığıma eminim ve hatta hatta kuzu ciğerinin tereyağında kendinden geçip de tarumar olduğu bu kadar nefis bir başka örneği Agora’dan başka bir adreste göremeyeceğime de neredeyse eminim. Çekmeköy’den kalkıp da Balat’a sadece” parmak ciğer” yemeğe gidilir mi? Gidilir! Tavsiye ediyorum.

“Her zaman leziz bir şeyler bulunur. Her leziz şey her zaman bulunmaz.” Bu nefis slogan, aslında karakterini çok net anlatıyor Agora’nın. Mekânda mönü yok, çünkü ürünler günlük ve aslında mevsimin doğal imkânları çerçevesinde çıkıyor. Örneğin, “skordalia” taze sarımsaktan yapılıyor ve haliyle de ancak baharda Agora’ ya uğrayabiliyor. Benim için “her şey zamanında güzel.” Belki de Agora ile aslında bundan sebep sevdik birbirimizi.

Üstteki fotoğrafta gördüğünüz altın vuruş yaptığımız tatlılar için de birkaç söz söylemeliyim. Sağdaki incir tatlısı nefesimizi kesti dersem mübalağa etmiş olmam. Ortadaki dondurmalı irmik orta karar bir lezzetti bununla birlikte kireçte kabak şaheserine geçmeden önce damağı nötrlemek için iyi bir durak. Soldaki eser ise ip ucu verdiğim üzere kireçte kabak. Az miktar tahin gezdirilerek servis edildi. Ben bir kabak sever olarak kendimden geçtim. Boğaz işlerine nokta koyup normale mi dönsem artık:)

Agora, bir müze gibi… Her objenin önünde biraz kalasınız, ya hafızamda kalmazsa deyip fotoğraflayasınız geliyor. Detaylar çok zarif. Vitrayların renklendirdiği ahşap giriş kapısı sahile bakıyor En dikkatimizi çeken ve hoşumuza giden detay, duvarlardaki büyük ve eski aynalar… En orijinal özçekimlerimizi ayna önlerinde çektik.

Agora’da 50 yaşındaki üzüm asmasından sızmaya nazlanan güneş İstanbul’u terletirken biz serin mi serin bahçede ara ara Zeki Müren’in sesinden nağmeleri dinleyerek toplamda 3 saat geçirmişiz. Bahçesi bize evimizin bahçesi gibi geldi, derin bir hüsnükabul ile ağırlandık. Mürselpaşa Caddesi’ndeki kapısından girdiğimiz Agora’yı arka kapısından terk ederken sekizgen mimarisine selam durup, tüm ekibe teşekkürlerimizi sunduk.

Hikayesi ve ruhu olan 125 yıllık gerçek bir mekanda, üstelik de tarihin göbeğinde Balat’ın orta yerinde demlenmek, dinlenmek, dinginleşmek; 1900lere uzanmak, Kaptan Asteri’yi yad etmek; Ezel Akay’ın kelamıyla “Çatal Sofrası”yla sadece damağınızı değil ruhunuzu şımartmak ve İstanbul’da yaşadığınıza ciğerlerinize kadar müteşekkir olmak isterseniz #gidiniz, #görünüz ve #tadınız efendim. Bütünüyle ve bütünüyle tavsiye ediyorum.

Agora’dan kendimizi Vodina Caddesine vurduk. Mürselpaşa Caddesi’nin bir paraleli, Balat’ın daha bi içerlerine doğru olan caddesi. Sağlı sollu karşılıklı küçüklü büyüklü dükkânların donattığı cadde aslında sokak samimiyetini kaybetmemiş, en itibariyle de sokağı andırıyor. Daracık, cumbalı evlerin büyük kısmı hala mesken olarak kullanılıyor. Kimisi restore edilmiş, makyajı tamamlanmış, pek renkli. Kimisi kaderini elemle yaşar vaziyette, metruk ve hüzünlü duruyor. Evlerin karşılıklı cumbalarından birbirine kavuşan çamaşırlar aynı ipin üzerinde bir makara sistemiyle idare ediliyor. Çocuk her yerde çocuk, Balat’ta da dizleri kanamış, burnu akmış, top peşinde çılgınca koşan, koşarken terleyen minik bedenler sokakları dört dönüyor. Yürüyüşümüz, keşif ve özçekimimizle devam ediyor ve tabeladan Yıldırım Caddesine geçtiğimizi fark edebildik.

3 cadde birbirine değiyor da geçiyor. Mimari de yaşam da aynı. Sokakların bazısı araç trafiğine kapalı. Minik sanat atölyeleri çalışır durumda. Sevimli küçük kafeler var çoğunu hanımlar işletiyor. Hayal içinde yürürken birden saatin farkına varıp yönümüzü Patrikhaneye çevirdik hızlıca ancak yetişemedik. 8.00-16.00 arası açıkmış. Mecburuz… Bir daha geleceğiz deyip geri döndük. Keşfi sonraki ziyarete bıraksak da yazıp çizmek için beklemeyip Patrikhane hakkında özet bir bilgi geçeyim istiyorum. Ortodoks kilisesinin başpiskoposluğu olan Patrikhane, Fener Rum Patrikhanesi ya da Rum Ortodoks Patrikhanesi olarak da biliniyor. (İstanbul’da Fener semtindeki Aya Yorgi kilisesinde bulunduğu için Türkiye’de Fener Rum Patrikhanesi adıyla anılıyor.) Birinci Constantinus’un (306-337) Roma İmparatorluğu’nun başkentini Roma’dan Bizans’a taşıması ve şehre Konstantinopolis (İstanbul) adını vermesiyle buradaki kilise başpiskoposluk mevkiine yükseliyor İstanbul’ un fethinden hemen sonra Fatih Sultan Mehmet bir ferman çıkararak patrikhane’nin yasal statüsüne süreklilik kazandırıyor. Böylece Bizans dönemindeki haklarından fazlasına kavuşuyor. Öyle ki o tarihlerden 1856 yılı Islahat Fermanı’na kadar patrikler, vezir statüsünde kabul edilir. Divan’da kendilerine yer verilirmiş ve Rum Ortodoks toplumunun tartışmasız lideriymiş. Cumhuriyetle birlikte döneminde Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin etkinlik alanı da sadece dinî konularla İstanbul’daki Rum cemaati ile sınırlandırılmış.

Hız kesmeyip, sokakları arşınlamaya devam ediyoruz. Hava güneşli ya özçekimlerimiz iyi sonuç veriyor. Aa artık özçekim çubuğumuz da var ve üstelik kullanmayı da başardık☺ Bu yazımdaki özçekimlerimiz bu yeni arkadaşımızla çekildi… Yüzlerimiz gülüyor, mutluyuz…

Sırada Patrikhane’nin arkasından biraz tırmanışla ulaştığımız Fener Rum Erkek Lisesi var. İstanbul’un 5. tepesine 19.yy’da konumlandırılmış bina Haliç’in iki yakasında da görülebiliyor ve muhteşem bir görsel şölen sunuyor. İnşasında Marsilya’dan getirilen kırmızı tuğlalar ve granit kullanılmış. Bundandır ki, halk arasında “Kızıl Mektep” olarak anılıyor. Büyüklüğünden dolayı ise Patrikhane ile karıştırılan okul, günümüzde de eğitim vermekte. En uzun fotoğraf molamızı okulun civarında verdik. Güneşin de artık yorulduğu saatlerdi, çok güzel kareler çektik.

Güneş yorgun biz yorgun, günü bitirmeye yaklaşırken, sahile doğru inerek hanımların işlettiği minik kafelerin sokağına indik. Üst satırlarda bahsetmiştim hani, işte onlardan birine misafir olduk. Cafe Fener… Limonata, çay molası verdiğimiz bu küçük mekanda, sanki evimizin salonundaydık. Klasik bir tarzda, eski eşyalarlalar dekore edilmiş. Sakin, huzurlu ve serindi. Bir duvar piyanosu, 80’li yılların yabancı pop şarkıları güzel detaylardı. Kısıtlı içecek mönüsüne rağmen, diğer kafelere göre tercih sebebi olabilecek özellikleri var. Minik bir nefes molası nerede verebilirim derseniz, Cafe Fener’ i tavsiye ediyorum.

Günün fotoğraflarının Whatsapp paylaşımları, sosyal medya ritüellerimiz, telefon şarj etmeler derken bir #İstanbulLezzetleri’ni daha tamamlamanın huzuru ve mutluluğu içinde sakinleştik. Molayı bitirmeden önce de günü Karaköy’de tamamlamaya karar verdik ve Unkapanı Köprüsü üzerinden Haliç’in karşı kıyısına doğru yola revan olduk.

Karaköy’ü bir sonraki buluşmamızda anlatmak üzere sözlerimi burada noktalarken Sevgili Ayşegül, Ebru, Hakan ve Vesile’ ye gönülden teşekkürlerimi sunuyor ve tüm okurları Agora Meyhanesi’nin Orijinal Plak Kaydı ile baş başa bırakıyorum. Zeki Müren’in sesinden… Buyrunuz efendim…

Ve birkaç satır Burası Agora Meyhanesi Burada yaşar aşkların en şahanesi Bu gece benim gecem Cama vuran her damlada seni hatırlıyorum ve sana susuzluğumu Bu gece umutlarımı meze yapıp içiyorum… Sevgilerimle, Pınar Baykara

İlgili Haberler

“Yalnız Değilim” Tiyatro Sahnelerinde

okuryazarkitaplar

Artık Şifalanma Vakti

Ayperi Ferda Oral

Yeni Nesil İlsan, BİYOBOT

okuryazarkitaplar

Yorum Yap

Kitap, Sinema, Tiyatro, Edebiyat, Tarih, Mitoloji, Müzik, Resim, Gez Gör, Doğa Sporları, Aktüel Bilim, Anadolu, Dünya Mirası, Festival, Fuar, Sergi, Akademi, Yazarlar...