Kübra Nur Alır
Geçen zamanı hatıralara sığdıramıyoruz.
Uzunca masa başında kalmışız gibi,
Elimizde biraz çörek otlu taze somun,
Duygularımızın dumanı üstünde.
Her şey çayımız kadar sıcak ve şekerli.
Coşkunluğumuzda gözümüzden dökülen sırçalar,
İçinde bin bir elvan bereket kırıntıları.
Segâhnazımız âşikâne neyden üflemeli,
Yankısında kulaklarımızın pasını silen kudret parıltıları.
Kürdilihicazkârdan dönüyoruz,
Vuruyoruz yürek sazının teline.
Gönül kapısına rast makamından selam çakıp,
Hisli, yanık nağmeler geliyor ketum dilimize.
Ufkumuzda baktıkça sonsuzluğa açılan,
Ağır aksak, buğulu, melan bulutları.
Dünyayı kurtarırcasına dört nala koşuyoruz,
İçimizde yaman süvariler.
Vahşi yılkı atlarına karşı duruyoruz.
Aşk şövalyesi çıkageliyor üzerinde zebercedli fistan,
Düşmana korku salan, dosta güven veren,
Kınında kehribar işlemeli hançer.
Kuşça anlatmaya çalışıyoruz: Burası Aşkistan.
“Agaşk bigizigiz,
Agaşkigistagan bigizigim ügülkegemigiz,
Yügüregeyigimigizigin bigirbigiriginege,
Gögöçtügü yegerdegeyigiz.”
Elan, aşkın sonsuz kuşatması altındayız.
Miftahı elinde tutanın fethettiği diyardayız.
Nokta-yı zerrede birleşmişiz: kulli ervah-ı kıdem ve elem.
Nâr-ı acz-i hâlimizi ferahlatan bir sıcaklık sararken,
Can kozalığımızda bir yel eser, iliklerimize kadar işleyen.
Ve onuncu merhaleye kadar aşk ağacının gölgesindeyiz.
Merdiven dayamış ruhumuzun altın tozlu elleri,
Silkelemişiz Şems-i melâlimin gövdesini; saçılmış mercanlar.
Güneş, avuçlarının içine almış yüzlerimizi.
Ve bir ses tırmanıyor asitane-i sadrımıza
“Doğru benim, bilmeyene yanlışta;
Varlık benim, görmeyene yoklukta.
Madem ki ben ‘Aşk’ım,
Kıvılcım da benim, yangın da.
Unutmayın, buradan bir daha çıkamaz,
Bir daha geri dönemez sevende,
Sevdasından can bulup bayılıp düşende.
Çünkü burası Aşkistan,
Ve ben “Aşk”, bu ülkenin Sultanıyım…
Hüküm de benim, hükmü verende.”



