14.4 C
İstanbul
Perşembe, May 9, 2024
okuryazarkitaplar
Image default
ManşetAntik-AEditörün SeçimiMüzeSeyahatYeniler

Doğu Akdeniz’in Beyaz İncisi Lübnan

Rehber/Yazar: Şeyda Nur ÖZKAHYA

Lübnan… Batısı kadim Doğu Akdeniz, doğusu kutsal kitaplarda geçen Bekaa Vadisi. Fenikelilerin yurdu, Kenan diyarı ya da büyüleyici bir Arap ülkesi… Ne dersek diyelim yetmez.

Lübnan isminin etimolojisine bakarsak; ülkenin ortasından geçen Lübnan Dağları’nın zirvesi yıl boyu karlı olduğu için bölgeye ‘’beyaz’’ anlamında ‘’leben’’ yani Lübnan denilmiş. Etrafındaki ülkelerin coğrafi koşulları daha düzlük olması sebebiyle bu haşmetli dağlar oldukça ilgi çekmiş olmalı. Semitik kökeni sayesinde 3 din ve onlarca mezhep barındıran Lübnan, kendine özgü kimlik yaratabilmiş ülkelerden.

Anjar (Encer) Harabelerinden görünen karlı Lübnan Dağları

Başkenti ve meşhur şehri Beyrut rüya kenti adeta. Tarihi, iç savaşı, etnik farklılığı, ticareti, dinleri, turizmi kalbinde barındıran bir kent. Ortadoğu’nun Paris’i sözünü sonuna kadar hak ediyor. Çevresindeki ülkelere göre kıyaslandığında en medenisi denilebilir. Farklı dinler ve onlarca mezhebin bir arada yaşadığı hoşgörü timsali bir şehir. Fakat tarihi boyunca böyle değildi. 1975 yılında çıkan iç savaş tam 15 yıl sürmüş ve binlerce insan hayatını kaybetmiş. 1990 yılında sona eren savaşın izlerini hala taşıyor. Şehri gezerken heyecan ve hüznü bir arada yaşıyorsunuz. Beyrut’un ruhuna işleyen bir hüzün ki; nereye gitseniz hissediyorsunuz.

İç savaş Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında yaşanmış. Bilinen Arap ülkelerinin aksine yarısı Müslüman bir ülke Lübnan. Kalan yarısı Hristiyan. Sayılı denebilecek kadar az oranda da Yahudi yaşıyor. Çok büyük yıkımlar görmüş, yorgun bir şehir Beyrut. İç savaş öncesi Beyrut’u anlatanlar oldukça hüzünleniyor ve o dönemin görkeminin bugün olmadığını söylüyor. Savaş sonrası ülkeyi toparlayan ve yeniden inşa sürecine alan iş insanı ve eski başbakan Refik el-Hariri’yi anmamak olmaz. Suikast sonucu hayatını kaybeden Hariri’nin mezarı Beyrut’un ünlü camisi Muhammed el-Emin Camii’nin hemen yanında.

   Muhammed el-Emin Camii  
Yıldız Meydanı

Meşhur Yıldız Meydanı yukarıdan bakıldığında yıldız şeklinde olduğu için bu adı almış. Ve tam ortasında Osmanlı döneminden kalma bir saat kulesi var. 2019 da yaşanan devrim sonucunda yine bir iç kargaşa olmuş ve parlamento binasına yürüyüşler olması neticesinde meydanı halka kapatmışlar. Turist olduğumuz için askerlerden izin alarak girdik meydana ve hızlıca gezip uzaklaştık. Şehir içinde bulunan Roma Hamamı kalıntısı görülmeye değer. En eski caddesi olan Hamra caddesinde yürümek Beyrut için olmazsa olmaz. Ayrıca Beyrut’un kıyı kesimindeki Güvercin kayalıkları tam bir doğa harikası. Depremler neticesinde 7 kez yıkılan ve tekrar kurulan Beyrut’un doğal kayaç yapısını Güvercin Kayalıklarında görmek mümkün.

Güvercin Kayalıkları

Doğa harikası demişken Jeita Mağarasından söz etmemek olmaz. Jeita Mağarası, karstik kayaç mağarası ve tam 3 milyon yıl öncesine dayanıyor. İçerisindeki sarkıt ve dikitlerin muhteşem görünümü sayesinde bambaşka bir dünyaya gelmiş hissine kapılıyorsunuz. İki bölümden oluşan mağaranın üst kısmını yürüyerek gezerken, alt mağara içerisindeki doğal suda kayık eşliğinde gezebiliyorsunuz.

Beyrut’un inanç zenginliği neticesinde taktire şayan bir kanuna sahip. Her caminin yanına bir kilise inşa ediliyor, her kilisenin yanına da bir cami… Yaşamın kalbinin attığı ve en kalabalık şehri olan Beyrut’a çok yakışan bir düzen. Fakat bu durumu Lübnan’ın tamamında göremiyoruz çünkü iç savaş sonrası Hristiyan ve Müslümanlar ayrı şehirlere yerleşmişler. Aynı şehirde yaşıyorlarsa da farklı mahallelerde ikamet ediyorlar. Bu durum ilk bakışta bir ayrışma gibi görünse de her inançtan insan, istediği zaman farklı semtlere girmekte özgür…

Ülkenin siyaset ve yönetimine baktığımızda Lübnan yasalarına göre ülke cumhurbaşkanı Maruni Hristiyan, başbakanı Sünni Müslüman, meclis başkanı da Şii Müslüman olmak zorunda. Beş milyonu biraz aşkın nüfusa sahip ülkede, meclis içerisinde 40 dan fazla parti var. Her dinin yanı sıra, her mezhep ve azınlık kendi partisini kurmuş ve meclise girmiş. Bu kalabalık meclis ve partileri son seçimlerde anlaşamamış ve kimseyi seçememişler. Yani Lübnan, şu anda cumhurbaşkanı olmayan bir ülke. Ne zaman ve kim tarafından birinin göreve getirileceği ise meçhul. Bu belirsizlik bazı sorunları getirse de, asayiş düzenli durumda.

Beyrut binaları
Beyrut binaları

Hristiyan nüfusun yaşadığı, Doğu Akdeniz’e tepeden bakan Harissa şehri manzarasıyla nefes kesiyor. Burada yaşayan Hristiyanlar Ortodoks mezhebine mensuplar. Tüm Lübnan’da Meryem kültü oldukça ön planda. Özellikle Maruni cemaatinin yoğun olduğu ülkede, azınlık olarak görülse de diğer Hristiyan mezhepleriyle de karşılaşıyoruz. Lübnan’ın kiliseleri ve camilerinin bolluğunun yanısıra neredeyse hiçbirini ziyaret edememek insanı gerçekten üzüyor. Çünkü kiliseler sadece Pazar günü açıkken, camiler de sadece namaz vakitlerinde açılıp, namaz vakti sonrasında hemen kapatılıyor.

Harissa’dan, Meryem Ana Heykelinden Doğu Akdeniz’e bakış. Görülen yapı St. Paul Katedrali.

Meryem Ana Tapınağının üzerine inşa edilmiş olan devasa Meryem heykeline tırmanmak için merdiven mevcut. Şehir yüksekliğini daha da arttıran bu heykele Hristiyanlar dua ederek tırmanıyor. Hatta bazı kişiler ayakkabılarını çıkarıp öyle merdivenleri çıkıyorlar. Meryem heykelinin ayaklarının dibine gelindiğinde muhteşem manzara sizi karşılıyor. Heykelde Hz. Meryem’in elleri biraz havaya kalkmış ve avuç içleri Akdeniz’e doğru açık şekilde tasvir edilmiş. Bu kadim denizin ve Lübnan’ın korunaklı olması için dua eder halde olduğuna inanılıyor. Girişte mum yakan Hristiyanlar heykelin altındaki tapınakta dua edebiliyor. Hemen yanında yer alan katedral ise yine sadece Pazar günleri açık ve uzaktan görünümü sedir ağacını andırıyor. Lübnan sedir ağacı ile ünlü bir ülke ve bayrağının üzerinde sembolü işlenmiş. Ayrıca antik dönemlerde Mısır’dan papirüs alma karşılığında sedir ağacı gönderdiği biliniyor.

Ve Byblos’dayız. Lübnan’ı Lübnan yapan, tüm Doğu Akdeniz’in tarihi yazan antik kentteyiz. Antik kent dediğimizde aklımıza sit alanı gelebilir. Ama Biblos öyle değil… Kale kısmı sit alanı ve örenyeri olarak koruma altında fakat şehirde hala yaşam devam etmekte. Düşünün tam 4000 yıldır kesintisiz olarak yaşamın olduğu bir kenttesiniz… Yani tarihin içinde yaşamakla kalmıyorsunuz aynı zamanda tarih oluyorsunuz. Bundan yüzyıllar sonra arkeologlar orada yaşayanların izlerini bulurken, kesintisiz yaşamı bugünkü insanlar üzerinden anlatacak. Bu duyguyu tarif etmek olanaksız olmalı.

Etimolojisine baktığımızda Byblos (Biblos) kelimesi ‘’biblion’’ kelimesinden gelir ve ‘’kitap’’ anlamındadır. Yeni Ahit’in yani İncil’in adını aldığı kent olduğu söylenir. Günümüzde Cübeyl adıyla da anılan kentin limanı, Fenikelilerin kullanmış oldukları limandır. Yani bu antik liman, tıpkı şehir gibi hala aktif olarak kullanılmakta.

Byblos limanı

Fenikeliler, Kenanilerin atalarıydı. Başlangıçta küçük bir sahil kasabasında yaşayan Sami kökenli denizcilerdi. Fakat sonrasında koloniler kuracak kadar gelişen bir medeniyete evrildiler. Kenaniler ise Arap ve Yahudilerin ataları. Aslında Arap ve Yahudi ayrımı yapmadığımız bir dönemden geliyor bu medeniyet. Kurulum tarihi MÖ. 1500 dolayları gösterse de çok daha öncesinde balıkçı olarak yaşadıkları biliniyor. Bu limanın tarihini 7000 yıl öncesine dayandıran tarihçiler de bulunmakta. Bölgeyi ve Fenikelileri en çok da mitolojiden biliyoruz. Zeus’un Fenike kralının kızı olan Europa’yı kaçırması mitini hatırlarsınız. Byblos’un mitlerini ve dönem inancını bir başka yazıda ayrıntılı olarak ele alacağım için noktalıyorum. Aynı zamanda Fenikelileri alfabe icadı ile tanırız. Modern alfabenin öncülü olan bu icat ile Fenikeliler koloni kurduğu yere alfabeyi götürmüş ve yayılmıştır. Şehir içinde Memlük döneminden kalma Sultan Abdulmecit Cami ve 1115 yılında Haçlılar tarafında yapılmış St. John Baptist Kilisesi görülmeye değer. Dokusu bozulmamış çarşılarını, kalesini ve lezzet dolu restoranlarını görmeden dönmemenizi tavsiye ederim. Hatta mümkünse bir gece Byblos konaklamalı gidilmesi, şehrin ve tarihin daha iyi hissedilmesini sağlayacaktır.

Lübnan Dağları ve Anti-Lübnan Dağları arasında kalan, 200 km uzunluğunda, içerisinden Asi ve Litani nehirleri geçen bir vadi Bekaa Vadisi. Lübnan Dağlarını aşıp vadiye inerken görülen eşsiz güzellikteki manzara fotoğraf karesine sığamayacak kadar büyülü. Karlı iki dağ silsilesinin arasında yemyeşil bir cennet gibi görünüyor. Üstelik bu vadinin cennet olduğunu sadece bugün düşünmüyoruz. Yahudilerin vaat edilmiş topraklarının içinde olan Bekaa Vadisi, kutsal kitaplarda geçiyor ve topraklarından bereket fışkırıyor.

Bekaa Vadisi

Vadi boyunca giderken uğranması gereken iki önemli yer var. Birisi Ermenilerin yaşadığı Anjar (Encer) şehrindeki Anjar Haraberi. Roma döneminden kalma eserler, muhteşem sütun başlıkları, hamam kalıntısı ile görülmeye değer bir yer. Sadece sit alanı değil doğasıyla da bizi etkiledi. Anti-Lübnan Dağlarına yakın olan sit alanı, sınır karakolu olarak Memlüklüler zamanında kullanılmış. Anti-Lübnan Dağları arkası Suriye ve günümüzdeki göç bu yol üzerinden gerçekleşmiş. Yani Anjar Harabeleri tarihte olduğu gibi hala sınır bekçisi diyebiliriz… Mülteciler ise vadi boyunca kurulmuş çadırkentlerde varlığını sürdürüyor. Bugün orada yaşamakta olan Ermenilerin de Türkçeyi iyi konuşuyor olması bizi ayrıca mutlu etti.

Anjar Harabeleri sonrası Yunanlıların Heliopolis diye isimlendirdiği Baalbek’e geçiyoruz. Vadi boyunca haşmetli dağları izliyoruz ve Lübnan’ın kraliçesi Feiruz’un şarkıları eşliğinde ilerliyoruz. Yılın 300 günü güneşli olması sebebiyle Heliopolis denilen Baalbek; Fenikeliler tarafından kurulmuş bir kent. Baş tanrıları Baal adına kurulduğu için Baalbek ismini veriyorlar. Roma döneminde altın çağını yaşayan bu kent, dünyanın en ihtişamlı tapınak kenti olma özelliğini taşıyor. Öyle ki; Göbeklitepe bulunmadan önce dünyanın en eski tapınak kompleksi sayılıyordu. Göbeklitepe sonrası ikinci sıraya düşse de, gördüğünüzde tüylerinizi diken diken edecek bir görsele sahip bu kent. İçerisinde 3 farklı tapınağa rastlıyoruz; en büyüğü Jüpiter Tapınağı. Fakat maalesef sadece 6 sütunu ayakta kalmış. İkinci tapınak ise Bakhüs Tapınağı… Neredeyse hiç bozulma olmadan ayakta kalmış olan tapınaktan etkilenmemek mümkün değil. Bakhüs üzüm ve tarım tanrısıdır, tıpkı Dionysos gibi. Vadi boyunca üzüm ve şarapçılık hala devam ediyor. Depremlerden etkilenerek yıkılan tapınakların arasında sadece üzüm tanrısı Bakhüs’ün tapınağının sağlam kalması oldukça manidar. Ve son tapınak ise Venüs Tapınağı… Görece daha küçük ve yuvarlak planlı. Bu tapınaklar Roma dönemine ait ve Roma tanrıları adına yapılan tapınaklar olsa bile bölgedeki baskın tanrının Baal olduğunu biliyoruz. Tüm Baalbek’i, Tanrı Baal’i, Fenikelileri ve Kenanileri, tıpkı Byblos’da olduğu gibi, başka bir yazıda ayrıntılı olarak ele alacağım için noktalıyorum.

Bakhüs Tapınağı / Baalbek

Yazımın son kısmında; Lübnan’ın güneydoğusunda Şuf (Chouf) bölgesinde yaşayan Durzileri anmak isterim. Lübnan’ın inanç zenginliğiyle yaşayan bir ülke olduğundan bahsetmiştik. Şii, Sünni Müslümanlar, Maruni, Süryani, Mıhellemi Hristiyanlar ve görece daha çoğunluk sayılabilecek olan Durziler… Köken olarak Suriye’nin Duruz Dağı’ndan göçerek gelen bu insanlar Sami ırkından. Fakat inanç olarak oldukça farklılar. İslam ve Hristiyanlığın karması bir mezhep gibi. Örneğin Allah (tevhid) inancı var ama Kuran inancı yok. Enkarnasyona inanan Durziler; Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında tarih boyunca kabul görmedikleri için dağlarda yaşamayı tercih ediyorlar. İbadetlerini gözden uzak yapıyor ve kendi aralarında evleniyorlar. Zeytincilik ile uğraşan Durziler, Türkiye’de de varlık gösteriyor.

Osmanlı, 18. yy sonlarında bu bölgeye iki büyük aile yerleştirmiş ve Durzileri desteklemiştir. İlk olarak Şahabi ailesini Beit ed-Dine şehrine yerleştirmiş ve saray yaptırmıştır. Saray içindeki sedir ağacı işlemeleri görülmeye değer. İkinci olarak Mani ailesini de Deyr’ül Kamer şehrine yerleştirmiştir ve bölge yönetimini sağlamıştır. Fakat Osmanlının bölgeden çekilmesiyle birlikte Durziler sahipsiz kalmış ve sömürge için gelen Fransa’nın, Hristiyanları kışkırtması ile Durzi-Hristiyan savaşı yaşanmış. İlginçtir ki; Lübnan’a medeniyet getirdiğini söyleyen de Fransa, Durzileri ve Müslümanları katletmek için kışkırtan da… Bağımsızlık mücadelesi verenler de Lübnan halkı, sabah birini gördüğünde ‘’Bonjour’’ diyenler de…

 Lübnan’ı gezmekte anlatmakta bitmez… İsrail sınırı olan güneye, Trablusşam’a, müzelerine gidememenin vermiş olduğu hüzün ile Lübnan’dan ayrılıyoruz. Gidemediğimiz yerler için tekrar gelme bahanesi üretiyoruz. Ülkeye karşı olan ön yargılar neticesinde tur programları da kısa tutuluyor. Özellikle Beyrut’taki liman patlaması sonrası Lübnan halkı bizi gördüğüne gerçekten çok sevindi. Bize ülkemizdeki depremi  ve son durumu sordular, geçmiş olsun dediler. Depremi hissettik, dışarıya çıktık ve sizin için ağladık diye eklediler. Bizi de duygulandırdılar. Limana gelince hala yıkık şekilde duruyor ve %10’u kullanılıyor.

Lübnan’da ne yenir sorusunu en sona bıraktım çünkü bir Türkün aç kalmayacağı bir yer Lübnan. Yemekleri Hatay’ın yemeklerine benziyor. Künefesi irmik ile yapıldığı için kurabiye gibi. Nar ekşisinin bol kullanıldığı fettuş salata favorim oldu. Humus ve falafel ise Lübnan’ın olmazsa olmazı. Özellikle falafel konusunda Beyrut’un en eskisi ve hikayesi olan falafelcisi Sahyoun’u bulduk. Falafeli yedikten sonra tekrar geleceğimize emin olduk…

İlgili Haberler

Teşekkürler…

okuryazarkitaplar

Bir Öğrencinin Gözünden ESKİŞEHİR

okuryazarkitaplar

Şehit Aileleriyle Konya’da…

okuryazarkitaplar

Yorum Yap

Kitap, Sinema, Tiyatro, Edebiyat, Tarih, Mitoloji, Müzik, Resim, Gez Gör, Doğa Sporları, Aktüel Bilim, Anadolu, Dünya Mirası, Festival, Fuar, Sergi, Akademi, Yazarlar...